“Ah Şu Kaliteli İnsan Rolleriniz Yok mu? Bitiyorum…”
Gerçekten olduğumuz kişi miyiz, yoksa iyi oynadığımız bir rol mü?
Hiç düşündünüz mü gün içinde kaç defa gerçekten “siz” oluyorsunuz?
Sabah işe giderken, okulda biriyle konuşurken, sosyal medyada bir gönderiye yorum yazarken ya da kalabalık bir ortamda sessizce köşenizi beklerken…
Bu anlardan hangisi size ait, hangisi toplumun sizden beklediği “kaliteli insan rolüne” ait? Modern insan belki de hiç olmadığı kadar iyi oynuyor; öyle ki bazen kendi oyununa kendisi bile inanıyor.
Gündelik yaşamda sık sık karşılaşıyoruz. Bir arkadaş grubunda herkes nezaket sınırları içinde aşırı ölçülü davranıyor, kimse çıkıp “Aslında böyle düşünmüyorum” diyemiyor. Çünkü “kaliteli insan” dediğimiz şey çoğu zaman sessiz kalmayı, uyumlu olmayı ve kimseyi rahatsız etmemeyi gerektiriyor.
Peki bu gerçekten bir erdem mi, yoksa iyi paketlenmiş bir kaçış mı?
Sosyal medya kullanımımız bunun en bariz örneği. Herkes “çok okuyan, çok anlayan, çok değer veren” biri gibi görünmek istiyor.

Fotoğrafların altına bırakılan uzun uzun paragraflar, “hayat dersi” veren sözler, nezaketin en mükemmel hallerini yansıtan yorumlar…
Dışarıdan bakınca hepimiz neredeyse kusursuzuz. Ama biri bize gerçek bir eleştiri getirdiğinde, o rol bir anda düşüyor ve içimizdeki tahammülsüzlük tüm çıplaklığıyla ortaya çıkıyor. Çünkü rol yapmak kolaydır; ama rolü taşımak sabır ister.
Aslında mesele biraz da şu:
Kaliteli insan olma arzusu kötü bir şey değil. Her insan daha iyi olmak ister. Fakat burada tehlikeli olan, “iyi olmayı istemek” ile “iyi görünmeye çalışmak” arasındaki farkın giderek kaybolmasıdır. İnsanlar görünüşü korumaya öyle odaklanıyor ki, içsel dönüşüm için neredeyse hiç enerji harcamıyor. O yüzden ortaya ironi dolu bir gerçek çıkıyor.
Ne kadar çok kaliteli görünmeye çalışıyorsak, içsel dünyamızda o kadar kırılgan, o kadar güvensiz bir noktada duruyoruz.
Bir kafede otururken yan masadaki çiftin konuşmalarına tanık olduğunuzu düşünün!
Ses tonları sakin, kelimeler seçilmiş, cümleler özenli…
Ama beden dilleri bambaşka bir şey söylüyor. Gerginlik, sabırsızlık ve içten içe yükselen bir öfke…
Çünkü iyi görünme rolü devam ediyor. Rollerin arkasında duygular sıkışıyor, söylenmemiş cümleler birikiyor. İnsanlar birbirine öfke değil, “kırmama rolü” sunuyor; ama bu rol çoğu zaman içtenliği yok ediyor.
İnsan, özünü ne kadar gizleyebilir?
Aristoteles’e göre erdem, alışkanlık haline getirilmiş iyiliktir; yani gerçekten iyiysek, iyilik zaten doğal bir davranışa dönüşür. Fakat modern insan iyiliği davranışa değil, vitrine dönüştürdü. Bu yüzden de içtenliğini kaybetmeye başladı.
Bir başka açıdan, Sartre’ın varoluşçuluğu akla gelir. Ona göre insan kendini sürekli bir “rol” üzerinden var etmeye çalıştıkça özgürlüğünü kaybeder. Çünkü rol demek, kendini başkalarının gözünden tanımlamak demektir. Eğer sürekli başkalarının beğenisi için davranıyorsak, özgür değiliz; sadece seyirciye oynayan bir oyuncuyuz.
Bu noktada şu soru önemlidir:
Neden bu kadar çok rol yapmak zorunda hissediyoruz?
Çünkü toplum, belirli bir davranış kalıbını “kaliteli insan” olarak kutsuyor. Kimse bağırmasın, kimse rahatsızlık vermesin, kimse fark yaratacak kadar “gerçek” olmasın…
Düzgün bir vitrin, düzenli bir tavır, ölçülü bir samimiyet…
Ne kadar dikkat ederseniz edin, sonunda insan kendine şunu sormadan edemiyor:
Ben gerçekten böyle biri miyim?
Biri bizi üzdüğünde, kızdığımızda ya da hayal kırıklığına uğradığımızda “Sorun yok” deriz. Kibar görünürüz. Ama içimizdeki kırık, rolün ardında saklanır. Bu davranış bizi “kaliteli insan” yapmaz; sadece duygularını bastıran biri yapar. Oysa gerçek kalite, duyguyu doğru zamanda doğru şekilde ifade edebilme cesaretidir.
İşte tam bu noktada makalenin başlığı anlam kazanıyor:
“Ah şu kaliteli insan rolleriniz yok mu? Bitiyorum…”
Bitiyoruz çünkü rolü sürdürmek yorucu. Bitiyoruz çünkü içimizdeki gerçek benliği yıllarca susturmak, insanı yavaşça tüketiyor. Bitiyoruz çünkü görünüş için yaşamak, yaşamın kendisine yabancılaşmak demektir.
Peki çözüm nedir?
Belki de ilk adım, “kaliteli insan” olmak yerine “gerçek insan” olmayı istemektir. Eksikleriyle, yanlışlarıyla, samimi iniş çıkışlarıyla…
Çünkü samimiyet, her rolün maskesini düşüren tek hakikattir. Gerçek bir gülümseme, rol yapılmış bir nezaketten daha değerlidir. Gerçek bir öfke bile, sahte bir sakinlikten daha dürüsttür.
Kendimize şu soruyu soralım:
“Ben kimim?”
Başkalarının görmek istediği kişi mi, yoksa kendi hakikatini arayan bir yolcu mu?
İnsan ancak bu soruya içtenlikle cevap verdiğinde tükenmekten kurtulur. Çünkü rol oynamak bitirir; ama kendin olmak özgürleştirir.

