Girit’in nasıl elimizden gittiğine bakmaya devam edelim. Osmanlı-Yunan savaşından bahsediyorduk. Bu savaştan Osmanlı Devleti zaferle çıkmıştı. Ordumuzun komutanlarının ve sadrazamın Atina’ya girme talebi Sultan Abdülhamid tarafından reddedilmiş, padişahın iradesi gereğince Osmanlı ordusu 19 Mayıs’ta fiilen savaşı sonlandırmıştır. 20 Mayıs 1897’de de mütareke imzalanmıştır. İstanbul Anlaşması’na göre; Osmanlı Devleti savaş sırasında ele geçirdiği Teselya’yı boşaltmıştır. (Şehit kanları ne olacak? Savaştan galibiyetle çıkmanın karşılığı bu mu?) Buna karşılık, Yunanistan, Osmanlı Devleti’ne 4 milyon lira savaş tazminatı, savaş sırasında halka verdiği zararlara karşılık 100 bin lira tazminat ödeyecekti. (Komedi gibi. Bunlar tarihî gerçekler. İnsan gülemiyor. Benzer tablo Kurtuluş Savaşı’ndan sonra da yaşanacaktı. On binlerce insanımızı katleden, kadınlara tecavüz eden, köylerimizi, kasabalarımızı, şehirlerimizi yakan Yunanistan, bu yaptıklarının tek kuruş bedelini ödemeyecekti.)
İstanbul Anlaşması’na göre, Girit, Osmanlı yönetiminde kalmıştır. Ancak padişahın atayacağı Hıristiyan bir vali tarafından yönetilmesi kabul edilmiştir. (Zaferi kazanan biz, ancak masa başında kazanan onlar…)
İstanbul Anlaşması kâğıt üzerinde kaldı. Yunanistan ve Batı ülkeleri Girit’i elimizden almak için oyun üzerine oyun tezgâhladılar. Rumlar Girit’te Müslüman ahaliye saldırmaktaydı. Batı ülkeleri ve Yunanistan; “Osmanlı, Rumlara ve İngilizlere saldırıyor” diye yaygara kopardı. İngiltere adaya asker çıkardı. İngiltere, Fransa, İtalya ve Rusya; Osmanlı’dan Girit’teki askerlerini çekmesini istediler. Osmanlı Devleti, bu teklifi reddetti. Batılı müttefikler bu defa Osmanlı askerlerini zorla adadan çıkardı. Osmanlı askerlerinin ve memurlarının zorla adadan çıkarılmasından sonra, İngiltere ve Rusya, Enosisçi (Yunanistan’a bağlanmayı isteyen) Prens Yorgi’yi 21 Kasım 1897’de Girit’e vali tayin ettiler. Egemenlik Osmanlı’da kalmak şartıyla, Enosisçiler ada yönetimini ele geçirmiş oldu. İngiltere, Fransa ve Rusya, 18 Aralık 1897’de Girit’in muhtariyetini ilan ettiler. Almanya ile Avusturya bu karara katılmadı. Girit, bu Batı ülkelerine göre, tarafsız ve muhtar bir vilayet oluyordu.
Aslında Osmanlı askerlerinin ve memurlarının çekilmesi, son darbe idi. Osmanlı’nın hakimiyeti yalnızca kâğıt üzerinde kalmıştı. Girit’teki yönetim, 1908’de Girit’in Yunanistan’a bağlandığını açıkladı. Bu açıklama üzerine, başta İstanbul olmak üzere Osmanlı’ya bağlı birçok merkezde protesto mitingleri yapıldı. Ancak tarih boyunca görüldüğü üzere bu tarz mitinglerin ve süslü konuşmaların hiçbir tesiri yoktur. İngiltere, 27 Temmuz 1909’da Girit’i tahliye ederek adayı Enosisçilere bıraktı. İngiltere, bir kere daha yapacağını yapmış, en büyük rakibi olan Osmanlı’ya bir darbe daha indirmiştir.
13 Ekim 1912’de başlayan 1. Balkan Savaşı ile Girit, hukuken de Osmanlı’nın elinden çıkmıştır. Girit Muhtar Meclisi’ndeki Rum milletvekilleri, Yunan Meclisi’ne katılmıştır. Balkan savaşının başlamasıyla birlikte, Ege’deki adaları birer birer ele geçiren Yunanistan, Girit’e de asker çıkararak bu adayı ilhak ettiğini açıklamıştır.
Birinci Balkan Savaşı’nın sonunda, Osmanlı Devleti ile Balkan devletleri (Bulgaristan, Yunanistan, Sırbistan ve Karadağ) arasında 30 Mayıs 1913 tarihinde yapılan Londra Anlaşması’yla Girit’in Yunanistan’a ilhakı ilk defa resmen kabul edilmiştir. 10 Ağustos 1913’teki Bükreş Anlaşması’yla Girit’in Osmanlı Devleti’nin elinden çıktığı bir kere daha belirtildi. Böylelikle ilk Girit isyanının çıktığı 1770 yılından 143 yıl sonra Girit’te Enosis, yani Yunanistan’la birleşme gerçekleşmiştir. Böylece Osmanlı Devleti’nin can damarlarından birisi daha koparılmıştır.
Bu Girit kıssasından alınacak çok dersler vardır. Batı ülkelerine güvenmenin de, onlardan korkmanın da felaketler getirdiğine dair yüzlerce örnek vardır. En az 200 yıllık kayıplarımız ve aldığımız darbeler gözümüzü açmaya yetmez m? Neden hâlâ onların ağızlarının içine bakarız? Neden onların kanunlarını alırız? Neden onlarla ittifaklar yaparız? İşte Girit’te bize yaptıkları gözler önünde. Burada en büyük hata, onlara güvenmek. İkincisi, gücü, yani orduyu ve silahlı gücü ihmal etmek ve cihad hakikatini unutmak… Bize ait değerlerimize, bize izzet ve şeref veren Kur’an hakikatlerine sırtımızı dönmemizin bedelini tarih boyunca çok ağır ödemiştik. Can damarımızı koparanları ne vakte kadar dost bileceğiz?!..