Tarih, milattan önceki son çeyrek
Bölge, semavî dinlerin doğum yeri olan Ortadoğu
Yer Filistin
Ortam Allah’a teslimiyetin, Hak’tan gelen davete icabetin ve Hakkı inkârın iki uç nokta olarak zirvede yaşandığı bir atmosfer….
Birlikte yaşadığı toplumun nazarında ilmi ve ahlakı ile saygın bir kişilik sahibi olan İmran, kulluğunun bilincinde olan mü'mine bir hanımla Hanne ile evlenir.
Çocuk sahibi olmak ikisi için bir imtihan olsa da verecek olan kapının büyüklüğü, olmazları olur kılardı.
Kapı çalınır, arzuhal lisan-ı münasiple ızdırar haliyle iletilir.
Samimi istek Rableri katında karşılık bulur. Duayı eden Hanne geçmiş yaşına rağmen hamile kaldığına, duasının 'işiten ve bilen Rabbi' indinde kabul gördüğüne şahit olunca bu kez teşekkür etme sırasının kendisine geldiğine inanarak, karnındaki ciğerparesini dönüp Rabbine adar:
'Rabbim karnımdakini tümüyle hür birisi olarak yalnızca sana adadım, benden kabul buyur...'
Çocuk doğunca:
'Onu ve suyunu kovulmuş şeytanın şerrinden sana ısmarlıyorum.' der.
...
'Rabbi onu güzel bir biçimde kabul buyurdu.
Kur’an’ın o veciz ifadesi ile Onu bir çiçek gibi yetiştirdi.
Zekeriyya'yı (as) da ona, onun bahçıvanlığına memur etti.
Zekeriyya (as) onun bulunduğu mabede her girişinde bir rızık bulur, sorardı: 'Ey Meryem, bu sana nereden geldi?'
O da: 'Bu Allah katındandır' derdi; zira Allah dilediğine hesapsız rızık verir.'
'Orada o anda Zekeriyya (as) Rabbine dua etti. 'Rabbim' dedi, 'bana kadından temiz bir nesil ver, elbette sen duayı işitensin.'
…
Hz. Zekeriya as. Peygamberdi, Hz. Meryem ailesi tarafından mabedin istihdamına adanan bir evlat. Çok konuşulan, çokça yorum yapılan alışılagelmişin dışında kız çocuğunu mabede yakıştırmayan tuzu kuru din soslu yaşantıları ile mabedde tahakküm kuranların otoriteleri bir ilahi müdahale ile yerle bir edilmiş ve ilahi müdahalenin geliş şekli olan adanış hikayesinin gözetmeni olarak Hz. Zekeriya tayin edilmişti.
…
Nasıl bir kıssa anlatıldı bize ki bu hadiseye konu olan her fail ve her fiil günümüzde benzer suretlerle canlılığını koruyordu.
Gerek fert olarak gerek STK’lar olarak gerekse siyasi oluşumlar olarak bahse konu kıssalardan payımıza düşeni alırken kılıflar uydurup Hak ve Hakikatten uzak davranış ve tutumlarımıza dini kılıf buluyor, haklı çıkma kavgalarımızı sürdürüyoruz. Ortaya koyduklarımızın gerçekliliğini, hakikatin parçası olduğunu ısrarla karıştırıp üste çıkmaya çalışıyoruz. O yüzden tam bir patolojik vakaya dönüşüyor davranış ve tutumlarımız. Sonra nur topu gibi imtihanlarımız oluşuveriyor.
Oysa gerçek başka bir şeydir. Hakikat başka bir şey. Hakikatle gerçeğin temel farkı şudur. Gerçeği kişi kendi oluşturur, Hakikatse olandır.
Herkes kendi dünyasını kendi gerçekliğini; kendi bakış açısıyla, kültürüyle, bir takım mekanizmalardan geçirir. Ondan sonra gerçek bu der. Yani subjektiftir, yorumlar. Hakikatse yorumdan münezzehtir.
Gerçekten olandır.
Bunu en bariz bir şekilde şöyle açıklayabiliriz. Birlikteliğini bitiren, ortak paydalarından ayrılan insanlarla sohbet edin mesela. Bir birey başka bir şey anlatır. Onun gerçekliği başkadır. Diğer birey başka bir şey anlatır, gerçekliği başkadır. Her birey kendi penceresinden, kendi dünyasından anlatır. Aklı selim insanlar ise her bireyin anlattığından onun hakikatini çıkarmaya çalışır.
Bir metafor vardır ya meşhur olan. Karanlık bir odada insanların gözlerini bağlamışlar ve bir fil koymuşlar. Her biri fil hakkında başka bir şey söylemiş. Günümüzde hadiseleri okurken bunu ne kadar çok yaşarız değil mi!
Günümüzde bizim en çok yanıldığımız şey şu. Kendi yarattığımız gerçekliğe müthiş tutunuyoruz. Ve o gerçeklikteki hakikati görmekten imtina ediyoruz.
Buna tasavvufta ülfet denir. Ülfet: hayatımızdaki günlük genel geçer şeylere alışkanlık peydah etmektir. Yani farkındalıksız yaşama halidir bu. O yüzden çoğu insanın hayatta kaybetmesinin sebebi budur.
Bizler hep kendi gerçekliğimizi karşı tarafa aksettirmeye ve onu kabul ettirmeye çalışırız. Böyle bir baskı kurarız.
Kendi gerçekliğimiz ile kendi doğrularımız, kavramları aynı mıdır? Kendi doğrularımız, bizim kendi gerçekliğimizi oluşturur. Hatta bizim için yanlış bulduğumuz şeyler bile bizim gerçekliğimize dâhildir.
Yani bizim çok kötü dediğimiz bir şey, ötekinin çok iyi dediği bir şey olabilir. Bunu anlayabilmek için ikisinden de donelere ihtiyaç vardır.
O yüzden bilhassa coğrafyamızda ayrılıklarda, istifalarda, boşanmalarda herkes kendi tarafından bunu anlatır. Ve benim anlattığım kişi benim kendi arkadaşımsa ben onu o işin hakikati bilirim. Hâlbuki hakikat değildir.
Bizim gözlerimiz daima hakikati aramalı. Bizim dilimiz daima hakikatin sesi olmalı, hakikati solumalı. Tekâmülün gerekliliği budur. Eğer bizler dünyaya tekamüle geldiysek, tekamül büyümek, yükselmek, olgunlaşmak anlamı taşıyorsa ve bütün bu sistemin bütün bu hayatın temel amacıysa; o zaman birey olarak bu temel amacın fonksiyonunu yerine getirip, etrafımızda olup biten, kendimizin dahil olduğu veya müdahil olduğu her olayı üç yüz altmış derece görmeye çalışmalıyız.
Hiç kimse yüzde yüz hatalı ya da hiç kimse yüzde yüz haklı değildir.
Öyle bir gerçeklik var ki haklı çıkma kavgalarımız onun yanında bir hiçtir. O gerçeklikte, Hepimiz bir gün öleceğiz.
Ölmeden önce hakikatin sırrına erenlerden olabilmek duasıyla yazımıza son verirken, Rabbimizden mağlup olan biz kullarına lütfu keremi ile hidayet vermesini diliyorum. Doğruyu göstersin, doğru insanlarla olabilmeyi ve doğruya suhuletle tabi olmayı nasip etmesini istirham ediyorum.
Cevâhir AYDIN/Küçük Dünyam