Prof.Dr. Namık Kemal OKUMUŞ

Tarih: 16.08.2023 21:08

İNSAN'IN KAVRAMA BECERİSİNE DAİR

Facebook Twitter Linked-in

    Bizleri ilgilendiren konularda öne çıkan şeylerden sayılan bazı adımların atılabileceği açıkça gözükmektedir. Buna göre, olan ile olması gerekeni kavrama ve kavranma becerisinin insana dair bir yetenek olduğu da kuşkusuzdur. Yüce Allah’ın yeminiyle birlikte taltif edilen gerçekliğe göre, donanım, akıl, zekâ, irade, düşünme, konuşma ve sorgulama gibi kabiliyetlerle donatılan insanoğlu, yaratılan en değerli ve de hünerli varlıktır (Bkz.: İsrâ, 17/70). Anlama yeteneği, insanın en değerli vasfıdır. Bu yetenek sayesinde bütün varlıkların önünde iş görebilmektedir. Belki de, onun yaratılan varlıkların önüne geçecek kabiliyetle var edilmesi, irade sahibi varlık olmasına bağlı bir aşamaya denk gelmektedir. Bu yüzdendir ki, akıl ve zekânın potansiyel sahipliğe denk gelmesinin yanında, işlevsel olan asıl unsurun irade yeteneği olduğu tezi, asla ve kata reddedilmemelidir.
    Muhatap olan varlığın olası donanım ve yetenek sayesinde merkeze alındığı yakinen bilinmektedir. Onun değerli olmasına kapı aralayan katkısı babında öne alınacak olan bazı değinilerden bahsetmek de evlâ gözükmektedir. Bunlardan birisi, din denilen olgunun asıl unsurlarını bulabilen disiplin olan kelâm disiplini olsa gerektir. Ancak, zaman içinde kelâmdan ziyade grubun dindarlığını merkeze alan akait olgusunun onun yanına monte edildiği de açıkça gözükmektedir. Bu sebeple, kendisini Müslüman sayan grupların ortaklaşa kabul ettikleri unsurların küçük bir aşamaya denk geldiği de sıklıkla görülmektedir. Grup aidiyeti gereği iman esası hâline getirdikleri akait metinlerinin kelâmda tartışa konusu edildiğinden de haberli olunmalıdır. Gariptir ki, devreye alınan iman esaslarının grup ve cemaate hatta mezhebe göre değişmesi bile, düşünen insanın dinsel kabulden uzaklaşmasına vesile olabilmektedir.
Gelinen bu aşamada demek lazımdır ki; akleden insanın muhatap olduğu Hak Din, olguyu deşifre eden kavramlarla ihsas edilmiş olup, muhatabın anlayabileceği kavram ve kelimelerle izâh edilmektedir. Dinsel metinlerde akredite edilen olguyu anlamlandırıp, peşinen de deşifre eden kavram ve kelimelerin üstadı ise, ona anlam veren muhatapların birikimi olmaktadır. O yüzden de, neyin asıl esas hükmünde olduğu, neyin de değişen adımlara vesile olduğunun yakinen bilinmesi evladır. Bu açıdandır ki, olması lazım gelen akait esaslarını deşifre eden kelâmcılar denilen grubun sağlıklı çıkarımlara yakın durması elzem gözükmektedir. Tanrısal sunumun muhataplarından birisi olan bu kesimin öne aldığı kavramların dine olan katkısı ise, asıl unsurdan uzaklaşılalı beri gelişen zaman içinde negatif bir sürece evrilmiş gibidir diyebiliriz. 
Mamafih, dinsel kabuller noktasında kelâmın katkısını değil, zaman içinde öne alınan rivâyeti merkeze alan dindar grupların yıkıma katkı sunduğu da apaçık ortada durmaktadır. Dinsel kazanıma yakın duran diğer alanların ise böyle bir gücü yoktur. Yine bu açıdan, Hak Din ölçüsünü deşifre eden asıl metinlerden ziyade, kendilerine yakın duranların yorumları uzun süre zarfında metnin önüne geçirilmektedir. Ana ilkeden hareket etmesi gereken bu kesimin ise ana ilkeden değil, yalnızca gelenekten beslenmesi sonrasında; vahiyden öte grupçu, mezhepten öte mezhepçi, hadisten öte hadisçi, psikolojiden öte tasavvufçu, sûfiden öte vahdet-i vücutçu kesildiği de açıkça gözükmektedir. 
Binaenaleyh, böylesi kabulleri eleştirebilme adına işin aslını ortaya koyması gereken kelâmcıların tevhit dininin bozucu ve de yıkıcılarının ilki olması, üzerine düşen görevlerden sıyrılıp mezhep ve gruba aidiyeti öne almasından sonradır ki işten bile değildir. Kanaatimizce, insana gönderilen Hak Din olgusunun sistem dışına alınmasında etkinliği yüksek durumda iş gören başka düşmana da ihtiyaç yoktur. İnsan denilen varlığın her dönem kolaylıkla akredite edebileceği şeylerin olması, daha ilk başta onun muhatap alınmasına gerekçe sayılmalıdır. Kısa zaman içinde kendisine gelen ana ilkeleri tebliğ eden şahsiyetlerin merkeze alınması, tıpkı onlar gibi, dindar kesimlerde değer verilen kişi ve grupların da hakikat ölçüsüne dönüşmesine vesile olmuş gibidir. Açıkça serdedilen ana ilkelerden ziyade kendilerine yakın olan kişilerin merkeze alınması ise, zaman içinde kişi ve grupların kutsallaştırılmasına kapı aralayan tuhaf dindarlıkları öne almaktadır diyebiliriz
İlke ve örneklik sorunu yaşayan bu noktada açıkça deşifre etmek lazımdır ki, dindarlık sürecinde bahsedilen algının yanlış tutum olmasına vesile olan ikinci adım, kendi tutumlarını onaylayan rivâyetlerin/hadislerin Kur’an’ın yanında eşit hatta bazen de öne geçen ölçekte delil gösterilmesi isteği olsa gerektir. Hak Din’in bozulması adına atılan bu adımın cinayet mukabilinde devreye girdiği de açıkça ortada durmaktadır. Oysaki vahyin kendisi teorik ilkeyi ortaya koymasına rağmen, onu pratiğe aktaran sünnet veya hadis ise ana ilkeyi pratize etmekle yükümlüdür. Bu yüzden de, biri ilke, diğeri ise yorumdur. Onun içindir ki, daha başından itibaren tebliğ görevi ile taltif edilen elçiler/peygamberler/resuller örnek şahsiyetlerdir, ilke ve bağlayıcı yorumların ana müsebbibi değildir. Onların hakkında zaman içinde aktarılan hadisler ise, bu örnekliğin pratiğini hayata taşıyan sözlerdir, ana ilkeyi yeniden kurgulayan dokunuşlar asla değildir ve de olmamalıdır. 
Melek, cin ve şeytan muhataplarının itiraz kümesine cevap verme adına insanı öne alan Yüce Allah’ın (Bakara, 2/34), bu denli donanım sahibi olan varlığa sonsuz katrede güven duyduğu dahi reddedilmemelidir. O’nun aktive olan bu yaklaşımı, insan denilen donanım sahibi varlığın dünyada yaratılmasına vesile olmuş gibidir (Bakara, 2/30). Vahyin haber verdiğine muhalif tarzda yanlış kabule dönüşen dünya hayatı ise, olası suçlama sonrasında tevkif edilen insan gereği sürgün yeri değil, kalitenin işlevsel olduğu mekân olan bir ortama denk gelmektedir. Onu aktif hâle getiren dünya ise, insan denilen etkin varlığın üretimlerine vesile olabilecek mekân sayılmalıdır (Tâ-Hâ, 20/115-128). Bizleri merkeze alan ilkesel kabul ve örneklik bazında sıklıkla gelinmesi elzem olan bu aşamanın, din denilen sunumun ilk muhatabının seçilen elçiler olduğunu yakından anlamamıza fırsat vereceği de aşikârdır. Hatta insanın asıl kazanımı durumundaki vahyi ileten beşeri/elçiyi vahiy konumuna taşımak ise, Yüce Allah’ın seçilen elçileri öne alırken söylediği bütün gerekçeleri devre dışına alma anlamına gelebilecektir.
Dinsel katkıyı anlama ve de kavrama aşamasında öne alınması elzem olan üçüncü basamak ise, daha işin başından itibaren insanlar arasından seçilen elçilerin olması seçeneğini anlamamız olsa gerektir. Gelinen bu aşamanın ise, bugün için dahi etkin olan örneklik vasfına olan dokunuş gibi durmaktadır. Seçilen elçilerin karakterlerinin değil, muhatap kılındığı vazifelerinin merkeze taşınması söz konusu edilmelidir. Belki de, yaşadıkları toplum nezdinde örnekliği devreye alınan elçilerin temel ilkeler konusundaki tercihleri, olası pratiklerden ötürü değişik kazanımlara da fırsat verebilmektedir. Bu sebepledir ki, yasal prosedir/sünnetullah kapsamında akredite olan kazanımların beşer tarafından merkeze alınıp, ideolojik kazanımlara yol açabileceği de unutulmamalıdır. Galiba, varoluşçu akımın teorisyenlerinden olan Alman felsefeci ve filozof Karl Theodor Jaspers (1883-1969)’in dediği; “Eğer Tanrı, gökteki yıldızlar gibi görünseydi özgürlük/inanma olmazdı. O yüzden de, en az %70-80 inanma ve inanmama delilleri ortada gözükmektedir.” tespitinin de akleden insan için olası tecrübeye denk gelebileceği yakinen bilinebilecektir. 
Dünya hayatında yaşanan pratiklerin bütüncül olarak bağlayıcı vasfının olmaması demek, adeta ilk uygulama seçeneğinin pratikleşmesine vesile olan elçilerin anlaşılmasına da fırsat vermelidir. Bu nedenledir ki, son elçi durumunda devreye alınan Hz. Muhammed’in Yüce Allah’a karşı Hz. İbrahim’in pratikliğine daha yakın durması, özellikle de Yahudi asıllı olan Hz. Mûsa ve Hz. İsa’nın sosyolojisinden farklı olabileceğini de haber vermektedir. Seçilen muhataplar nezdinde dahi ilkesel tutum konusunda gerekli, zorunlu ve de asıl olan adımların atılması prensibi, onun son derece nazik olan duruşunun tebliğin ana esası değil, seçilen elçinin kişisel karakteri olacağından emin olabilmeyi de anlamamıza kolaylık sağlamaktadır.
O açıdan, bazı elçilerin adeta meslekî tecrübelerinden de haberdar olunması elzem gözükmektedir. Zira Kur’an’ın haber verdiği veçhile; olanı sorgulama ve değerlendirme yeteneği yüksek olan Hz. İbrahim’in yaratmaya şahit olma ve olanı görme isteği (Bakara, 2/260), hekim vasfı olan Hz. İsa’nın hastalık ve ölüm aşamasındaki insanları iyileştirme becerisi, adeta çamurdan adam yaratma, kuş sureti ve heykeli yapma becerisi ile doğuştan hasta olanları iyileştirme kabiliyeti (Âl-i İmrân, 3/49), meslekî vasfı yüksek olan Hz. Mûsa’nın O’nu görme arzusu (Bakara, 2/60; Mâide, 5/115; A’râf, 7/143) gibi isteklerin onda olmadığı yakinen bilinmektedir. (Bakara, 2/118; İsrâ, 17/59; Ankebût, 29/50-52). İnsanı muhatap alan bu aşamanın seçilen elçiler nezdinde akredite olan teslimiyet olgusunun kişisel karaktere yakınlığını da ortaya koyabilmektedir. 
Vahyin deşifre ettiği şekliyle, daha ilk başta meslekî icra üzerinden bütün elçilerin sorgulaması (A’râf, 7/6), bütününde ise teslimiyet fikrinin önde olması demek (Tevbe, 9/51, 61-70; İbrahim, 14/11), tıpkı insanlar gibi olası karakterlerin elçilik görevinde dahi işler olduğunu dahi haber vermektedir. Bu nedenledir ki, dünden haberdar olan ümmetin nezaketi merkeze alan elçiler konusunda yüzde yüz kopya edilen tutumların olamayacağının bilinmesi, işin esasından haberdar olunmasına zemin hazırlayabilecektir. 
Bizleri haberdar kılan Tanrısal tebliğin ilk sunucusu durumunda olan bazı elçiler hakkında Yüce Allah’ın dediği; “Onlar, son derece güzel bir örnektir/Onlarda sizin için örneklikler bulunmaktadır/Onlarda güzel örneklikler vardır” (Ahzâb, 33/21; Mümtehine, 60/4) ifadesini bireysel ve toplumsal yaşamın asıl ilkeleri konusunda ele almak lazımdır diyebiliriz. Yoksa dünü güne taşıyan kişi ve grupların hem günü hem de geleceği atlamasına vesile olacak robotik eğilimlere yatkınlığı merkeze taşınabilecektir. Hz. İbrahim ve Hz. Muhammed özelinde dile getirilen; “Onlar sizin için güzel bir örnektir” değinisinin zorluk çekilen pratikler konusunda dünden alınabilecek olan beşer tecrübesine dokunduğu da açıkça ortada durmaktadır. 
Bu sebepledir ki, din denilen olgunun muhatap aldığı insan nezdinde hata, günâh ve yanlışı işleyip, peşinen de özür dileyip hatalarından tövbe eden/vaz geçen varlığın öne alınması söz konusudur. Donanım sahibi olarak var edilen insan özelinde kutsallaştırılan varlığın olmaması demek, Yüce Allah’ın daha işin başında seçtiği elçilerin hata ve günâhlarından bahsetmesini işlevsel kılmaktadır. Gelinen bu aşamadır ki, örnek alınacak olan şeyin elçinin büsbütün kendisi değil, yaşamsal pratik olarak seçim tarzına dönüşen bazı aktiviteleri olduğu kabulüdür. Üstelik de, daha başından itibaren görevleri tahsis edilen elçilerde her daim kutsanan seçkilerden değil, zaman zaman eleştiriye de tabi olan azınlık durumda hayata tutunan beşerî tecrübelerden bahsedilmesi (Bkz.: İbrahim, 14/22; Enbiya, 21/63; Kasas, 28/15; Abese, 80/1-2), ana ilkeler konusunda örnek tutumları olan elçiler hakkında daha saygın ifade kullanmamıza da fırsat verebilecektir.
Eğer ki, sorumlu olduğumuz dünya hayatında hata, kusur ve günâh işlemeyen kutsal şahsiyetin değil, sağlıklı eylem kapasitesi olan insanın var edildiği teziyle iş tutacak olursak, hem dün, hem de bugün hata yapıp günahından vaz geçen bireylerin olabileceğinden kuşku duymayacağız. Seçilen elçilerden din adamlarına, oradan da siyasetçilere dek gelinecek olan bu aşamanın ise, merkezde iş tutan bizlerin sağlıklı adım atmasına fırsat sunacağı da yakinen bilinmelidir.


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —