Kalan Hayatının İlk Günündesin
Bu cümle, kulağına ne kadar tanıdık ne kadar boş gelse de izin ver bugün zihninin sisleri dağılsın ve bu sözün gerçek ağırlığını hisset.
Hakikat aynasındaki yansımaya bak: Bu suret tanıdık, rutinler tanıdık, etrafındaki her şey; duvarlar, trafik, yaşadığın semt, yakın arkadaşların, dijital ekranlar, kaçtığın sorumluluklar, oyalandığın meşguliyetler, hepsi yıllardır ezberlediğin bir döngünün parçası.
Peki ya tüm bunlar bir simülasyonsa?
Ya bütün bu "gerçeklik" dediğin, seni usulca uyutan, sana konforlu bir körlük sunan dev bir sistemden ibaretse?
Hakikat içindeki yerini, kendini tanı ve uyan.
Sahi, uyanmayı hiç düşündün mü?
Kıymetli bir dostun, bir muhabbette bahsettiği “Hayatı mesuliyetler ile kuşatmak için çok da kaybolmaya gerek yok. Bir yerden başlarsan, küçük adımlarla hakikat deryasına ulaşırsın. Matrix filmindeki Neo’nun yolculuğu gibi..” demişti.
Gamsızlığı, diğergamlığın kaybolmasını, kardeşliğin dostluğun çıkarcılıktan öteye geçmeyişini, yük alan değil yük olan bir neslin nemelazımcılığını, bu hayatta bir hayvandan farklı bir görevinin olması gerektiğini düşünmeyen dimağlardan yorulmadık mı diye düşünmekten kendini alıkoyamayanlardan açılmıştı konu.
İç alem hakikatin nuru ile aydınlanırken, hakikatin nurundan uzaklaşınca kararan dünyadan, karanlık suret ve siretlerden yine hakikatin neşvünema bulduğu alemlere akan, dertsizliği dert edinenlerden yola çıkalım dedim.
Bu doğrultuda Matrix filmini yeniden izledim. Zira sükûtu, kalp aynasını, ruhun yaşadığı ızdırabı, iç alemin mücadelesini konuştuğumuz önceki yazıların hemen hepsi uyanışı zorunlu kılan bir gerçeğe sürüklüyordu.
Salt bir filmden öte çeyrek asır öncesinden işlenen konuların, metaforların, insanın arayışlarında nereye bakması gerektiğini en derin bir şekilde ele alıyordu.
Her madenin eriyeceği pota harareti farklıdır, denir ya aynen öyle uyanışın hangi araç vesilesi ile devam edeceği bilinmez. Kimin neyden etkileneceği, mesuliyet ve hakikate ulaşmada tesirine girdiği tetikleyici nedir burası bir muamma.
Velhasılı önceki yazılarımızın devamı niteliğinde bu yazımızda nasıl bir simülasyonda olduğumuzu inceleyeceğiz.
Esasında hayat dediğimiz şeyin; tercihlerimizin bize gösterildiği bir zemin olduğunu okuyacağız. Hakikati göstermek isteyen kudretin, kendisini tanıttırmak ve bizleri davet ettiği ulvi makamın hakkını vermek adına icra etmemiz gereken mücadeleyi detaylıca ele alacağız.
Biraz uzun bir yazı olacağından seri halinde devam edeceğiz.
Matrix’in o derin metaforu: Kırmızı Hap ve Bilgeliğin Mutfak Kapısı..
Gerçek, insanın içinde uyanmayı bekleyen bir çağrıdır.
Evet sorgulayan her zihnin yaşadığı bazı anlar vardır. Tefekkür içindeki insanın içine doğru bir sessizlik çöker. Dışarıdan hiçbir ses gelmez ama içerden yankılanan bir çağrı vardır: Gerçekten uyanmak istiyor musun?
Matrix filminde Neo’ya uzatılan o kırmızı hapı bilenler hatırlayacaktır. Aslında o kırmızı hap hepimizin önüne bir gün bırakılan hakikat davetidir. O hap ne bir kimyasal ne de bir teknoloji ürünüdür. O, insanın kendi uykusuna meydan okumasıdır.
Bir yanda huzurlu cehalet; diğer yanda sarsıcı farkındalık…
İkisi arasındaki fark, bir ömürlük konforla bir ömürlük hakikatin çatışmasıdır.
Kırmızı hapı yutmak, sadece bir gerçeği öğrenmek değildir; onu taşımayı göze almaktır. Çünkü hakikat, bilene huzur değil sorumluluk verir.
Üstad Said Nursi’nin eserlerinde temas ettiği çok enteresan ve bir o kadar da enfes bir yaklaşımı var. İnsanın kâinattaki yerini ve üstlendiği sorumluluğu ele alırken, onu diğer varlıklardan ayıran derin bir manevi seçilmişliğe vurgu yapar. Sorumluluğa muhatap alınan varlık olarak, insanın konumu ile ilgili olarak Yirmi Üçüncü Söz adlı eserinde:
"İnsan, şu kâinat ağacının en son ve en câmi' (kapsamlı) meyvesi. Ve hilkat (yaratılış) sarayının en nazik ve en nâzenin (özenli) misafiri. Ve arz (yeryüzü) perdesi arkasında, Sultan-ı Ezel ve Ebed'in (Başlangıcı ve sonu olmayan Sultan'ın) en sevgili ve en mükerrem (şerefli) bir muhatabıdır."
İşaretül icaz eserinde ise: “Bu gördüğün insanlar, Sultan-ı Ezelî'nin kudretiyle yokluk karanlıklarından ziya-dar (nurlu) varlık âlemine çıkarılan mahluklardır. Sultan-ı Ezelî, bütün mevcudatı içinde biz insanları seçmiş ve Emanet-i Kübra'yı bize vermiştir.” der.
Ahzab suresinde bahsedilen ‘emaneti dağlara ve taşlara yükledik fakat onlar çekindi. İnsan yüklendi’ mealindeki sözünü açıklarken üstad:
"Emanet-i kübra'nın (En Büyük Emanetin) en mühim veçhesi (yönü), insanın kendi mahiyetine (özüne/yapısına) takılan, küçük cüz'î (kısmî/sınırlı) ölçüleriyle, san'atçıklarıyla Hâlıkının (Yaratıcısının) muhit (kuşatıcı) sıfatlarını, küllî (genel/evrensel) şuunatını (işlerini/hallerini), nihayetsiz (sonsuz) tecelliyatını (yansımalarını) ölçerek bilmesidir."
Yani insana verilen akıl, kalp, irade ve benlik (ene) gibi manevi cihazlar, tüm kâinata yayılan ilahi sıfatları ve sanatları anlamak, ölçmek ve o sırları çözmek için verilmiş büyük bir anahtardır ve bu, büyük bir sorumluluktur.
Evet, Matrix’e bir de bu yönden bakalım.
Kırmızı hap, insana dış dünyanın yalanlarını değil, kendi içindeki yalanları gösterir. İnsan, öncelikle kendi içindeki “Letaifi Rabbani diye tabir edilen Manevi Cihazları ve İşlevlerini” çözmeden hiçbir (Sistemi) zinciri kıramaz. O sistem bazen korkularımız, bazen hırslarımız, bazen de görmezden geldiğimiz küçük menfaatlerdir. Oysa her yalan, bir damla uyku verir; her idrak, bir çivi söker.
Neo’nun kararı, hepimizin günlük hayatında defalarca karşımıza çıkan o görünmez karardır:
Adaletsiz bir durumu fark edip sessiz mi kalacağız?
Yanlış bir söze şahit olup konforun mavi hapını mı seçeceğiz?
Yoksa, gerçeği bilmenin yükünü omuzlayıp sessiz kalmamayı mı?
Bilgelik ise bu seçimin bedelini bilerek yaşamaktır.
Hatırlarsanız Neo (Thomas A. Anderson) daha sonra, bir mutfakta bulur kendini…
Kahin (Oracle) onu kek kokulu bir bilgelikle karşılar.
Ne tapınak, ne yıldırım, ne büyük sözler…
Sıradan bir mutfakta, sıradan bir kadın, sıradan bir cümle söyler:
“Seni sen yapacak şey zaten içinde.” Yani fıtri kodlarında..
İşte asıl devrim budur.
Gerçek, kutsal dağların zirvesinde değil; evin mutfağında, çay demlerken fark ettiğin bir düşüncededir.
Kutsallık, olağan olanın içindeki idraktedir.
Kahin, Neo’ya bir kader cümlesi değil, bir sorumluluk aynası uzatır.
Çünkü bazen “bileceğin” şey, sadece kendinle yüzleşmektir.
Biz de hayatın içinde sürekli kehanetler arıyoruz.
Birileri bize “ne olacak” desin istiyoruz.
Oysa bilgelik, geleceği bilmek değil; bugünü fark etmektir.
Bir sözün, bir davranışın, bir adımın nereye dokunduğunu görebilmektir.
Çünkü insan, her hareketiyle bir başka kaderi başlatır.
Kahin bize bunu fısıldar: “Kader, senin ellerindeki küçük seçimlerle dokunmuş bir ağdır.”
Belki de Matrix’in asıl sırrı, görünmez bir dünyanın kodlarını değil; içimizdeki görünmez kodları çözmektir.
Bir kibir kodu, bir korku kodu, bir sabırsızlık kodu…
Hepsi zihnimizin yazılımında çalışır.
Ve insan, hakikatin bilgisayarına değil, kendi kalbine “kırmızı hap” takarak kurtulur.
Bugün hepimiz birer Matrix’in içindeyiz.
Ekranlar, hız, tüketim, başarı yarışları, hırs ve rekabetler…
Ama asıl sistem, dışarıda değil; içimizdeki tembellik, ilgisizlik ve duyarsızlıktadır.
Dünya, “uyanmış” insanlara ihtiyaç duyuyor — söylenmekle yetinmeyen, fark ettiğini değiştiren insanlara.
Çünkü farkındalık, eyleme dönüşmedikçe, kırmızı hap sadece bir renk olur.
Ve belki de en bilge cümle, Oracle’ın mutfağında değil; kendi iç sesimizde yankılanır:
“Sen, uyandığında kimlerin uykusunu bozacaksın?”
Kırmızı hap bazen bir söz olur, bazen bir duruş.
Ama her seferinde şunu hatırlatır:
Gerçek, bizi rahatlatmak için değil; bizi diriltmek için vardır.
Ve en ilginç sahnelerden biriyle serimizin bu yazısını noktalayalım. Oracle’ın mutfağındaki kapının üzerinde yazan o müthiş ifade:
“Kendini Tanı”
Selam ve muhabbetle
Cevahir Aydın | Küçük Dünyam