Yeryüzü, gökyüzü ve ikisi arasındaki bütün mevcudat Allah-u Azimüşşân’ı tesbih etmektedirler. Rabbimiz Kur’an-ı Azimüşşan’da meâlen şöyle buyurmaktadır:
“Yedi gök ile yer ve bunlarda bulunan herkes O’nu tesbih eder. Ve O’na, hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat (siz) onların tesbihlerini anlamazsınız. Şüphesiz ki O Halîm’dir (cezada hiç acele etmeyen), Gafûr’dur. (çok bağışlayıcı)” (İsra Sûresi / 44)
Sema tabakaları ve bunların sekeneleri, yıldızlar, güneş, ay; yeryüzü ve yeryüzünün müştemilatı, denizler, nehirler, dağlar, ormanlar, hayvanlar Allah-u Teâlayı tesbih etmektedir. İnsanlar ve cinlerin bütün zerreleri Allah’ı tesbih etmekte, bunlardan mü’min olanlar ibadetleriyle ve zikirleriyle bu tesbihlere tercümanlık yapmaktadırlar. Mevcudatın tesbihlerinin delillerinden biri de bütün mevcudatın Allah’ın kanunlarına itaat etmeleridir. Atomlar ve atomların etrafındaki elektronlar, bütün gezegenler, yıldızlar ve bütün mahlukat Allah-u Teâlâ’nın koymuş olduğu kanunları zerre miktar ihlal etmemektedirler. Allah’ın kanunlarını ihlal edenler sadece ve sadece cüz’i iradelerini yanlışta kullanan kâfirler ve fâsıklardır. Bunlar da cezalarını cehennemde ya ebediyen kalarak, ya da mü’minlerden günahkar olanlar günahları miktarı kalarak çekeceklerdir.
Bediüzzaman Hazretleri, “Yedi gökle yer ve onların içindekiler O’nu tesbih eder. Hiçbir şey yoktur ki O’nu övüp, O’nu tesbih etmesin” meâlindeki İsrâ Sûresi’nin 4. Âyet-i Kerime’sini, 7. Şuâ, 33. Söz ve daha pek çok eserlerinde genişçe tefsir etmiştir. Biz bu tefsirden bir kısmını teberrüken iktibas edeceğiz. Müellif-i Muhterem şöyle diyor:
“(İsra Suresi 44. Âyet-i Kerime metni) sırrınca, Sâni’-i Zülcelâl, semâvâtın ecrâmına o kadar hikmetler, mânâlar takmış ki, güyâ celâl ve cemâlini ifade etmek için semâvâtı güneşler, aylar, yıldızlar kelimeleriyle süslendirdiği gibi; cevv-i semâda dahi olan mevcudâta öyle hikmetler ve mânâlar ve maksatlar takmış ki, güyâ o cevv-i semâyı berkler, şimşekler, ra’dlar, katreler kelimeleriyle intak ediyor ve kemâl-i hikmet ve cemâl-i rahmetini ders veriyor. Ve nasıl zemin kafasını hayvanât ve nebâtat denilen mânidar kelimeleriyle söyleştirip kemâlât-ı san’atını ve cemâl-i rahmetini îlân ediyor ve birer kelime olan çiçekleri ve meyveleri dahi, tohumcuklar kelimeleriyle konuşturup, dekaik-ı sanatını ve kemâl-i rubûbiyetini ehl-i şuura tâlim ediyor.
“İşte bu hadsiz kelimât-ı tesbihiye içinde yalnız tek bir sümbül ve tek bir çiçeğin tarz-ı ifadesine kulak verip dinleyeceğiz; nasıl şehâdet eder, bileceğiz.
“Evet her bir nebat, her bir ağaç, pek çok lisan ile Sâni’lerini öyle gösteriyorlar ki ehl-i dikkati hayretlerde bırakır ve bakanlara ‘Sübhanallah! Ne kadar güzel şehadet ediyor!’ dedirtirler.
“Evet, her bir nebatın çiçek açması zamanında ve sümbül vermesi anında, tebessümkârane mânevî tekellümleri hengâmındaki tesbihleri, kendileri gibi güzel ve zahirdir. Çünkü her bir çiçeğin güzel ağzı ile ve muntazam sümbülün lisanıyla ve mevzun tohumların ve muntazam habbelerin kelimatıyla hikmeti gösteren o nizam, bilmüşahede ilmi gösteren bir mizan içindedir. Ve o mizan ise maharet-i sanatı gösteren bir nakş-ı sanat içindedir. Ve o nakş-ı sanat, lütuf ve keremi gösteren bir ziynet içindedir. Ve o ziynet dahi rahmet ve ihsanı gösteren latîf kokular içindedir. Ve birbiri içinde bulunan şu manidar keyfiyetler, öyle bir lisan-ı şehadettir ki hem Sâni’-i Zülcemal’ini esmasıyla tarif eder hem evsafıyla tavsif eder hem cilve-i esmasını tefsir eder hem teveddüd ve taarrüfünü, yani sevdirilmesini ve tanıttırılmasını ifade eder.
“İşte bir tek çiçekten böyle bir şehadet işitsen, acaba zemin yüzündeki Rabbanî bağlarda umum çiçekleri dinleyebilsen, ne derece yüksek bir kuvvetle Sâni’-i Zülcelal’in vücub-u vücudunu ve vahdetini ilan ettiklerini işitsen, hiç şüphen ve vesvesen ve gafletin kalabilir mi? Eğer kalsa sana insan ve zîşuur denilebilir mi?” (Sözler, 33. Söz, 19. Pencere, s. 610)