Neden Doymuyoruz?
Modern dünyanın sunduğu bolluk tablosu gerçekten baş döndürücü: Market rafları göz alabildiğine dolu, dijital uygulamalar sonsuz bir eğlence ve bağlantı vaat ediyor, ekranlarımız sürekli hareket halinde ve rengârenk…
Peki, neden tüm bu görünürdeki bolluğun ortasında, insanın içinde derin, tanımsız ve sürekli bir boşluk hissediliyor?
Bir kahve alırken sadece lezzet değil, onu temsil eden "yaşam tarzı"nı da satın alıyoruz. Kıyafet seçimlerimiz, artık bizi örten bir giysiden ziyade, ait olduğumuzu düşündüğümüz sosyal sınıfın bir göstergesi. Hatta en samimi anlarımız olan gülümsemelerimiz bile, bir "instagram story'sine" dönüşmek, yani "gösterilmek" üzere kurgulanıyor.
Sahip olduklarımız arttıkça, neden kendimizi daha yoksun hissediyoruz?
Belki de cevap basit ama bir o kadar da derinde yatıyor: Artık midemiz değil, ruhumuz aç...
Eskiden tüketim, temel ihtiyaçları karşılama eylemiydi. İnsan acıkınca yerdi, üşüyünce giyinirdi. Bugün ise tüketim, varoluşsal bir kimlik inşasının temel aracı. Artık bizi tanımlayan şey, "ne yediğimiz", "ne giydiğimiz" veya "nerede tatil yaptığımız".
Bir zamanlar karakterimiz, inançlarımız ve değerlerimizle şekillenen kimliğimiz, şimdilerde tükettiğimiz markalarla inşa ediliyor. Bu durumda, sahip olduklarımız bizi temsil etmiyor; biz, sahip olduklarımızın birer temsilcisine dönüşüyoruz.
Sosyolog Zygmunt Bauman'ın "akışkan modernite" dediği bu çağda, insanların toplumsal kimliği, üreticilikten tüketiciliğe evrildi. Bauman’a göre, "Modern toplumda insanlar artık üretici değil, tüketici kimliğiyle var olur." Bu yüzden bir şey satın almak, sıradan bir edinim değil, bir var olma biçimidir. Ancak bu varoluş biçimi, satın aldığımız ürünler gibi geçici ve son kullanma tarihine mahkûmdur. Yeni bir model çıktığında, bir önceki satın aldığımız kimlik de modası geçmiş olur.
Bu sistem, "haz"ı kutsayarak ayakta kalır. Görünüşün kutsandığı bu çağda, anlık haz yeni tanrısallığa dönüştü.
Reklamların sürekli fısıldadığı "Bunu hak ediyorsun!" mesajı, aslında derin bir psikolojik oyuna dayanır: Önce bizi olduğumuzdan eksik hissettirirler, ardından bu eksikliği ancak bir ürünle giderebileceğimize inandırırlar.
Yeni bir telefon, bir parça kıyafet veya lüks bir tatil, bir anlık mutluluk ve tatmin vaat eder. Ancak bu tatmin, suya atılan bir taşın yarattığı halkalar gibidir; anlık bir genişlemeden sonra yerini yeniden boşluğa bırakır.
Bu döngü sadece cüzdanımızı değil, enerjimizi ve ruhumuzu da tüketir. Çünkü insan ruhu "anlam"la beslenir; "tüketim"le değil. Anlam kaybolduğunda, dünyanın en güzel manzarası bile bir ekran koruyucusu kadar sığ ve ilişkisiz gelebilir.
Psikolog ve filozof Erich Fromm, bu ayrımı "Sahip Olmak ya da Olmak" eserinde çarpıcı bir şekilde ele alır. Fromm'a göre modern insan, "olmak" yerine "sahip olma" eğiliminde gelişmiştir. "Sahip olmak" dışsal ve geçicidir; bir gün kaybedilebilir. "Olmak" ise içsel ve süreklidir; bir kişinin karakteri, bilgeliği ve sevgisi gibi özelliklerini ifade eder. Bir insanın değeri, ne kadar şeye sahip olduğuyla değil, ne kadar derin düşündüğü, ne kadar içten sevdiği ve ne kadar anlamlı bir hayat yaşadığıyla ölçülür. Ne yazık ki bugünün insanı, "sahip olduklarını kaybetme korkusuyla" yaşamayı, "kendi olma cesaretine" tercih ediyor.
Bu durumu gündelik hayatta gözlemlemek hiç de zor değil. Yeni bir akıllı telefon modeli çıktığında yaşanan kolektif heyecanı düşünün!
Cihazı alana kadar hissettiğimiz o yoğun arzu, kutuyu açtığımız ilk günkü heyecan, birkaç gün sonra yerini sıradanlığa bırakır. Artık o telefon, bir "arzunun nesnesi" olmaktan çıkmış, sadece "sahip olunan bir eşya"ya dönüşmüştür. Tam da o sırada, bir sonraki modelin reklamları beliriverir ve döngü yeniden başlar.
Peki, bu kısır döngüden çıkış yolu nerede?
Ruhumuzun bu derin açlığını nasıl doyurabiliriz?
Cevap, belki de daha fazlasını biriktirmekte değil, gereksiz olanı ayıklamakta, yani sadeleşmekte yatıyor. Ruhun gerçek gıdası, tüketim çılgınlığının dışında, daha sakin ve derin alanlarda bulunur.
Daha az eşyaya, ama daha çok anlamlı sohbetlere ve gerçek insan bağlarına…
Daha az dijital beğeniye, ama daha çok içsel sessizliğe ve kendi kendimizle kalma cesaretine…
Daha az gösteriş ve dış onaya, ama daha çok kişisel hakikate ve kendi değerlerimizle uyumlu bir yaşama…
Stoacı filozof Seneca'nın dediği gibi, "Büyük servet, küçük ihtiyaçlardır." Gerçek doyum, her şeye sahip olmakta değildir. Asıl zenginlik ve huzur, hiçbir şeye özellikle de bizi tanımlayan bir markaya mecbur hissetmemekte, kendi iç dünyamızın o sonsuz derinliğinde sessizce keşfedilmeyi bekliyor.
O halde kendimize soralım!
Aç olan midemiz mi, yoksa anlam arayışı içindeki ruhumuz mu?

