Ölümün Tesellisi
Bir gün, nefes yavaşlayacak, beden toprağa karışacak…
Peki ya siz?
Gece, uykunun huzurlu kollarına bırakırken kendinizi, ansızın içinize düşen o soğuk ter… Trafikte bir ambulans sireni duyduğunuzda kalbinizi sıkan ani bir kramp…
Sevdiğiniz birinin sağlık haberi karşısında içinizi kemiren sessiz endişe…
Tüm bu anlar, ölüm korkusunun hayatın dokusuna işlenmiş görünmez gölgesidir.
Bu korku, bir zayıflık işareti mi, yoksa bizi otantik bir varoluşa çağıran en insani pusulamız mı?
Modern yaşamın telaşı; ofisteki bitmek bilmeyen toplantılar, sosyal medyada kaydırıp geçtiğimiz sonsuz içerikler, bir anlamda bu kaçınılmaz sondan kolektif bir kaçış, bir unutma çabası değil midir?
Heidegger’in dediği gibi, insan “sıradanlığın” gürültüsüne sığınarak ölümü hatırlamaktan kaçar. Ancak bu kaçış, korkuyu yok etmez; yalnızca onu bilinçaltının derin sularına iter, orada sessizce büyümesine ve yaşam sevincimizi kemirmesine neden olur.
Bir bardak çayın tadını çıkarırken bile aklınızdan geçen o zehirli fısıltı: “Acaba bu son çay mı?” işte bu bastırılmış korkunun dışavurumudur.
Sokrates, zehirli baldıran kadehini kaldırırken sarsılmaz bir dinginlik içindeydi. Ona göre ölüm, iki olasılıktan ibaretti: “Ya hiçliktir (korkacak ne var?), ya da ruhun ötesine bir geçiştir (o zaman da korkacak ne var?).”
Epiküros ise bu teselliyi daha da ileri götürür: “Ölüm varken sen yoksun; sen varken ölüm yok. Bu yüzden onunla asla karşılaşmayacaksın.”
Bu, diş çekimi öncesi narkozdan korkmaya benzer; uyuduğunuzda acının farkında olmazsınız. Yokluğun bilinci olmayacağı için, ölüm deneyimlenemez bir olgudur.

Ancak Heidegger için ölüm, sadece nötr bir son değil, yaşamın anlamını dokuyan en önemli ipliktir. “Öleceğini bilmek, insanı zamana sığmayan, özgün seçimler yapmaya iter. Ölümlülük, otantik varoluşun kilididir.”
Buradan hareketle, ölüm korkusunun belki de asıl kaynağının, yaşanmamış bir hayatın, gerçekleştirilmemiş potansiyellerin ve söylenmemiş sözlerin çığlığı olduğunu söyleyebiliriz. Gece yarısı kalbiniz hızla çarpıyorsa, sorun ölümün kendisi değil, yaşarken hissettiğiniz “ölüm”dür.
Bu nedenle her sabah kendinize “Bugün, ölmeye değer ne yaptım?” sorusunu sormak, korkuyu anlama ve yaratıcı bir güce dönüştürme pratiğidir.
Peki, ölüm zihnimizde nerede duruyor?
Onu bir meta (emeklilik hesapları, hayat sigortaları, vasiyetnameler), bir düşman (check-up’ları ertelemek, ölüm haberlerinden kaçmak) yoksa bir dost mu (bahaneleri bir kenara bırakıp sevgi ve anlam dolu anlar yaratmak) olarak görüyoruz?
Kierkegaard’ın dediği gibi, “Anksiyeteyi anlamak, ölümle yüzleşmekten geçer.” Bu yüzleşme, ruhu kamaştıran bir elmas gibidir; parlamak için önce derin bir basınca ve karanlığa ihtiyaç duyar.
Belki de ölüm, bizden ayrı, uzak bir olay değil; her gün, küçük parçalar halinde yaşadığımız sürekli bir dönüşümdür.
Her vedalaşma, her son, her bitiş, onun küçük bir provasıdır. Gözlerimizin gördüğü son manzara, kalbimizin attığı son ritim, zihnimizin kurduğu son cümle…
Hepsi, bir anlamda sonsuzluğun kapısına bırakılan anahtarlardır. Ölümü anlamak, yaşamın çıplak hakikatini kavramaktır. Zamanımız sınırlıdır ve bu sınırlılık, her anı kıymetli, her seçimi önemli kılar.
Ölümden mi korkmalıyız, söylenmemiş sözlerden, yaşanmamış hayatlardan ve potansiyelimizi çalmış bir ömürden mi?
Çünkü belki de asıl mesele, ölümü öğrenirken yaşamayı keşfetmektir.
Nihai teselli ise şu olabilir:
Yaşamın güzelliği, onun geçiciliğinde ve kırılganlığında saklıdır. Sonsuz olsaydı, hiçbir anın, hiçbir sevginin, hiçbir bakışın değeri kalmazdı.