Ontolojik İstek ya da Beklenti
Terimsel manada açıkça bilindiği kadarıyla, ontolojik manada hakkaniyetten bahsedildiğinde, her şeyden önce; ‘her varlığın hakkı olanın kendisine teslim edilmesi’ anlaşılmalıdır. Mamafih, ‘atılması gereken adım’ bağlamında olan bu anlamdaki adaletin temini, ‘insanın varoluşsal hedefi durumundadır’ dememize de olanak sağlayacaktır. Nitekim İlâhî irade, bu işin temini adına sadece öneriler değil, yaptırımlarda da bulunmaktadır. Ayrıca, yaşamın her alanında iş tutan insanoğlunun bu hedefi gerçekleştirme adına ‘fabrika ayarı’ mesabesinde bazı yetkinliklere sahip olduğunu da yakından biliyoruz.
Öyle ki, vahyin yani insana bildirilen Kutsal Metinlerin hakkaniyet yani adalet temini adına yapmış olduğu öğütlerin ‘ama’ ve ‘fakat’ gerekçesinden yoksun olduğu da her daim bilinmelidir. Buna göre, adalet isteğinin ve adaletin temininin ‘darasının bulunmaması’ gerekmektedir. Üstelik Yüce Tanrı’nın muhatabın kimliğine atıf yapmadan bağlayıcı önerilerde bulunması ise, bu konuda hiçbir gerekçe ve ihmâlin kabul edilemezliğine dair son derece güçlü bir tasarruftur denilebilir.
İşte bu nedenden ötürüdür ki, ‘daha iyi olma’ adına yeryüzü ölçeğinde bu hedefin tutturulması demek, kendisi bütünüyle akıl ve iradenin bir neticesi olan sorumluluk sahibi bireyin temel ödevleri arasındadır dememize de olanak sağlayacaktır. Nitekim yaşanılan her durumda ‘hakkı koruma’ ve ‘zulmü önlemek’ için önerilen bu aşama, insan için ‘asıl vazife’ hükmündeki görev talimi olsa gerektir.
Sistematik tarzda ‘adaletin ontolojisi’ ya da ‘darası alınmış adalet’ denilen aşama, olası donanımları gereği dünya üzerinde doğrudan muhatap alınan insan için zorunlu olan basamaktır. Zira Yaratıcı sayesinde daha proje aşamasında sisteme alınan bu aşama, insana olan güvenin ilk basamağı adıyla bilinmelidir. Üstelik dünya üzerinde geçerli olacak durumdaki işlemi anlama adına anahtar kelimeler kapsamında iş gören Tanrısal istek; ontoloji, İlâhî irade, hukuk, adalet ve vazife bağlamında öne alınması gereken nitelikleri de sisteme almaktadır.
Yakinen bilindiği veçhile, ontolojik anlamda içindeki her şeyiyle birlikte Kâinatın yaratılışı ve de ayakta durması, daha başlangıçta ‘her şeyin yasalara uygun olması’ tarzındaki bir kurala bağlıdır dememize imkân sunmaktadır. İnsan tarafından aktifleşmesi beklenen bu kuralın her daim adaletin teminine bağlı olması ise, ‘varoluşsal hedefler’ ilkesiyle sıkı sıkıya bağlantılı olarak düşünülmelidir. Haddizatında bu ilişki, insan tercihlerinden bağımsız olarak uygulanması gereken adaletin ‘her işin başı’ olmasıyla ilgili temel bir husustur dememize de fırsat sunmaktadır.
Mamafih, ‘ontolojik beklenti’ diyebileceğimiz bildirimlerin beşer hayatını her açıdan kuşatan öneri ve ilkeler içermesi, yaşanılası bir dünya için mutlak manada tahdit edilmiş olan bağlayıcı sınırların olduğunu da açıkça göstermektedir. Buna göre, yaşadığı çevreyle ilişkide olan her birey, canlı ve cansız bütün eşyayla ilgili adalet yani hak-hukuk dengesi üzerinden sağlıklı bir ilişki geliştirmek zorundadır. Nitekim Yüce Tanrı’nın da isteği olan bu durumun başarıldığı her ortamda, insanın kendi yaratılışına uygun eylemler yaptığı da rahatlıkla söylenebilir.
Haddizatında, insanın daha birinci kazanımı olan ‘âdil olmak’ vazifesi, aynı zamanda en yakınımızdan en uzağımıza değin yaratılan varlıkla olan ilişkimizde ‘merkezi ahlâk ölçüsüdür’ demeyi de sisteme almaktadır. Zira bu ölçünün temin edildiği her davranış kalıbında, duygulardan arınmış bir adaletin nesnel ilkeler üzerindeki inşâsının tamamlanmasının peşi sıra, zulme dönüşen her adaletsizliğin ortadan kalktığı da açıkça görülebilecektir.
Gelinen bu aşamada açık edilmelidir ki, insanı etkin kılan vazifenin adalet olduğunun uzağında durulmaması gerekmektedir. Esasında, insandan beklenilen en gerekli kabul olan anlama, bilme, inanma ve inanç eylemi, bütünüyle akıl işidir. (Geniş bilgi için bkz.: Namık Kemal Okumuş, Uyandırma Servisi/Yaşarken Uyanmamıza Katkı Sunan Özgürlükçü Temrinler, Araştırma Yayınları, Ankara, 2019). Ayrıca, yalnızca insandan beklenilen vazife olması yönüyle de, onun gerçekleştirme kapasitesi sayesinde âdil bir istek hükmündedir.
Nitekim adalete katkı sunan ‘gerçeğe inanma’ seçeneği, insandaki pek çok yetenekle de uyuşur hâldedir. Zira insanlar, akletmedikleri şeylere inanmazlar, sadece kabul ederler. Her kabul de iman değildir. Hatta her kabulün iman olması için tahkîk edilmesi ve sorgudan geçirilmesi de gereklidir. Buna göre, düşünen insan tarafından sorgulanmayan ve de sorgulanamayan kabuller ise, dogma ve boş inançtan başka bir şey değildir. Oysaki aklı başında olan insanların dogmalarla herhangi işi bulunmamaktadır. Çünkü tahkikin yani araştırma ve sorgulamanın kendisi, insandan beklenen iman etme iradesinin ön basamağıdır. İşin merkezinde olan ‘aklî sorgulama’ işlemi de inancın yani bilinçli bir şekilde bağlanmanın sondan bir önceki adımı hükmündedir.
Bu sebepledir ki, Yüce Allah, akıl sahibi insanlara göndermiş olduğu mesajını, yine aklî sorgulamaları atlayarak sorgusuz sualsiz dayatan bir eda ile değil, anlamayı öne alan aklî bir süreci takip eden tebliğcilerle iş görmektedir. Yani Cenâb-ı Hakk, kutsal uyarılarını ayırım yapmadan hemen herkese duyurup/tebliğ edip açıklayan beyancı ve de tefsircilerle çalışmaktadır. Mamafih, işin merkezinde bulunan Hakk Teâlâ’nın bu tarzı, her ne olursa olsun aklî vasıtasıyla doğruyu bulabilecek olan insandan ümidini kesmediğinin de açık bir işareti sayılmalıdır.
Tıpkı bunun gibi, adalet ve hukukun üstünlüğü ilkesi, işin merkezinde halk edilen insanın sorgulamasına tâbi olan bir kabulü gibidir. Üstelik adaletin herkese eşit durumda olan nesnelliği, kişisel iman ve güveni artırır. İşi kotaracak durumda olan kişinin güç ve ortamlara göre değişen öznelliği ve değişkenliği ise, bencillikten arınmış durumda yol alan adalete olan güveni de sarsar niteliktedir. Bu yüzdendir ki, iman ve adaletin akıl ve fıtrat ile yakından ilişkisi bulunmaktadır. Yaşanılacak ortamların temini için gerekli basamak durumunda olan her ikisinin de fıtrattaki temiz yaradılışa uygun olması ise, işi merkeze alan kişilerin doğru yolda olduğunu da açıkça göstermektedir.
Dünya üzerinde ‘zorunlu basamak’ olan adalet isteği, nihayetinde Tanrı’nın isteğinin taalluku anlamına gelmektedir. İnsandan beklenen bu aşama, yaşanılır dünya için kıymetli olduğundan ve dahi olacağından ötürüdür ki, bizleri sisteme alan her iki istek de hakikatin kendisidir dememize kapı aralamaktadır. Yaşanılan her durumda kolaylıkla tespit edileceği şekliyle, insanı tatmin eden Tanrı inancının âdil oluşu ile Yüce Tanrı’nın adaletin kaim olmasını istemesi, her daim çakışan bir değer olarak, yeryüzünde huzur ve mutluluğun kaynağı olmaya da devam edecektir. Aksi hâlde, dünyayı imar edecek olan huzur ve mutluluk, bizleri de teğet geçen yabancı bir cisim gibi algılanacaktır.
Gelinen bu aşamada açıkça dile getirilmelidir ki, insan için ‘zorunlu basamak’ durumunda önerilen adalet, adalet düşmanları ve âdil dünya muhaliflerinin her türlü engizisyonuna karşı durmayı gerektiren kabulün de adı olmaktadır. Yani adalet, bilgi, güven, olgunluk, yetenek ve de cesaret işidir. Nitekim bunu göze alamayanlar, ilk buldukları virajda yollarını değiştirirler. Son derece gariptir ki, bunu yapanların işi adalet üzere tercih ettiklerine dair sisteme aktarılan beyanları olduğunun da farkında olunmalıdır. Ayrıca, evrensel beklentinin bu derece şahsî endekse aktarıldığı böylesi süreçlerin son derece anlamsız beyan olduğundan da haberli kalınmalıdır.
Daha dün olduğu gibi bugün de adalet ve hukukun üstünlüğünün yanında durmak, korkaklar nezdinde götürüsü çok olan bir tercihtir. Dünya hayatının geçici menfaatlerine kanarak adalet dağıtma işini savsaklayanların aldıkları vebal, söylenemeyecek kadar büyüktür. Sadece âdil hâkim ve yöneticilerin değil, her ne olursa olsun kendi işinde âdil olan kişilerin her ortamda adaleti tahkim etme görevi bulunmaktadır. Bu görev, üçüncü kişilere devredilemez ve de kaçışı mümkün olmayan yapışık bir görevdir. O yüzden, yüklenilen vazifenin iki cihandaki getirisinin o denli büyük olacağından da haberli kalınmalıdır.
Yarın Allah’ın huzurunda verecek olduğu hesaptan çekinmeyenlerin, bugün çeşitli güç odaklarından çekinerek adaletli/hakkaniyetli tutumdan uzak durmasını anlamak da mümkün değildir. Mamafih, kalıcı bir menfaati terk edip geçici menfaatle övünmek ‘akıl kârı iş değildir’ dememize de olanak sağlayacaktır. Zira dünya hayatında öte dünyaya götüremeyecek kadar mal edinmeyi hedeflemiş olmak, anlaşılacak bir durum değildir ve de bunu anlayacak bir vicdan da bulunmaz herhâlde. Oysaki öte dünyanın tek azığı asîl bir iman, hakikati dillendiren vicdan, herkesin yararlandığı güzel huy, insanların güvendiği âdil kararlar ve kişiyi Cennete sokacak olan sâlih eylemlerden ibarettir.
Üstelik dünyanın geçici menfaatine kanarak, her türlü işinde adaletten saparak hem dünyasını ve hem de Âhiretini mahvetmek, sorumluluk sahibi insana yakışacak bir tercih değildir. Bize yakışan durumun anlaşılması adına, adlî süreçlerin daha da görünür olması için, onu talep eden ya da etmeyen hemen herkese yardımcı olmak durumundayız. Benzer şekilde, insanların dün yaptıkları kötü şeylerle hatırlayıp, bugünkü adalet isteklerine karşı duyarsız kalmamalıyız. Her kim olursa olsun adalet isteğine olumlu karşılık vermeliyiz. Zaman içinde atılacak olan bu adım, onu yaratan Rabbinin daha proje aşamasında tedarik ettiği planın insan tarafından sisteme alınan olumlu yanı olsa gerektir.
Bilmeliyiz ki; hata, yanlış, eksik, kir ve günâh, irade sahibi olan insanın doğal bileşenidir. İnsan bu arızayı gösterebilecek yetenekle inşâ edilip dünyaya gönderilmiştir. Yani; insanın hamuru, ‘hepimiz biraz günahkârız, dünya da günahkâr’ dedirtecek kadar şiirsel bir dile de çağrışım yapmaktadır. Onun için asıl olan, yaptıklarından pişmanlık duyup onu bir daha tekrar etmemeye çalışmaktır. Öyle ki, hatalarından ders alan yegâne varlık herhâlde insanoğludur diyebiliriz. Zaten onu günâhsız varlıklar olan meleklerden ayıran en belirgin vasfı da budur. Yani insanoğlu; arıma, tövbe ve temizlenme tercihi üzerinde yaratıldığından, hiçbir zaman hata ve günâhtan münezzeh değildir. Hata ve günâhtan münezzeh olan ‘mükemmel/en iyi’ varlıklar ise, sadece ‘iyi’ olan insanoğlunun olası rakipleri arasında sayılmamalıdır.
Adaletin olmadığı yerde mutlak manada zulmün olacağını unutmamalıyız. Bu yüzden de, her ne olursa olsun, bütün zorlukları göz önüne alarak adaletin yanında duran ‘adalet bekçileri’ olmak gerekmektedir. Adalet bekçiliğinden kastımızın, Yüce Allah’ın hak ve hukukunu korumaktan tutun, en küçük canlının hak ve hukukunu gözetmeye kadar oldukça geniş bir sorumluluk alanını kapsadığını da gözden ırak tutmamalıyız. Zira gerek bu dünyada ve gerekse de öte dünyada bize sorulacak olan şeyler ile hesabını vereceğimiz duruşlarımız, bütünüyle bundan yani adaletin inşâsına olan katkımızdan ibarettir diyebiliriz.
Dünya hayatı kapsamında yüklenmiş olduğumuz bu işin ve de onun hesabının oldukça sıkıntılı ve de zorlu olması, son derece donanımlı yaratılan varlık durumundaki insanı yıldırtmamalıdır. Çünkü Yüce Rabbimiz; “[Unutma ki] Zorluk varsa kolaylık da var. Evet, her zorluğun yanı sıra kolaylık da var. Öyleyse, bir zorluğu aştığında rehavete kapılma; azimle başka bir işe koyul.” (İnşirâh, 94/5-7) diyerek, dünyayı imar etmekle vazifeli kıldığı insana güven ve cesaret telkin etmektedir. O’nun bu katkısı, bir kişi kalınsa bile adaletten yana durmayı da anlamlı kılmaktadır.
Yani dünyada kazanıyor olacağımız gerçek şeref, Yüce Allah’ın düzenini ayakta tutan asıl değer olan adaletin uygulanması uğrunda ne yaptığımızdır diye düşünmekteyiz. Bu hesabın kolaylıkla verilebilmesi için, durduğumuz yer kadar kiminle iş tuttuğumuza da son derece dikkat etmeliyiz. Nitekim yaşadığımız ortamlarda iletişimin gereği olarak herkesle arkadaşlık yapabilirsek de, sadece âdil ve erdemlilerle dost olacağımızı da unutmamalıyız. Yoksa zaman içinde ‘ötekine benzemek’ suretiyle yaratılış amacından uzaklaşma ve yapmakta olduğumuz haksızlıklara değişik kılıf bulma tercihi, ondan beklenen bir adım değildir.
Netice olarak diyebiliriz ki, zaman içinde edinilen yanlış kanaat gereği her daim âdil olduğumuzun zehabına kapılmak, işlediği yanlışı iman konusu edinen insan için işten bile değildir. Bundan uzaklaşma adına, öğretici vazifesiyle sisteme giren elçiler gibi ‘vahyin öğrencisi’ olmayı da ilk adım hükmüne getirmemiz gerekmektedir. Eğer ki, indirilen din ile uydurulan dinin farkına varmak istiyorsak, bizden beklenen bu adımı zorunlu olarak tedarik etmek durumundayız.