Sadakat Ölçüsü Kaybolunca İnsan Kalmak Mümkün mü?
Siz hiç birine ya da bir şeye sadakat duygusuyla yaptığınız bir şeyin, aslında doğruya değil de yalnızca güçlü olana hizmet ettiğini fark ettiniz mi?
İşte tam da bu yüzden, bugün sadakati kutsal bir değer gibi görmeden önce bir an durup sormalıyız:
Bu sadakat neyi koruyor, kimi güçlendiriyor ve bizi neden koparıyor?
Bunu günlük hayatta çok sık görürüz. İş yerinde yanlış bir karar alındığında, "Ben sadık bir çalışanım" diyerek sesini çıkarmayan biri, sadece patronuna değil, haksızlığa da bağlılık göstermiş olur.
Sadakat, bir bağdan ayrıldığında, kişiyi güçlendirmez; aksine, edilgen ve pasif bir konuma iter. Oysa gerçek bir bağ karşılıklıdır, canlıdır ve kişinin kendini unutmasına izin vermez. Tam burada, modern hayatın çarpıcı bir figürü ortaya çıkar: "iç terbiyesini yitirmiş yetişkin".
Bu kişi, insan görünümündedir ama insan olmanın gerektirdiği iç çabayı göstermemiştir. Bedeni toplum içindedir, fakat kalbi ve vicdanı toplumla temas halinde değildir. Bilgisi olabilir ama bilinci yoktur; diploması vardır ama ölçüsü yoktur. İnsanı insan yapan o iç pusula/utanma duygusu, başkasını anlama yetisi, sorumluluk, vicdan ya hiç oluşmamıştır ya da çoktan kırılmıştır.
Trafikte öfkeyle direksiyon sallayan, gücü eline geçirince sınır tanımayan, "Ben ne dersem o olur" diye davranan her eylemde, bu iç terbiye eksikliğinin izlerini görebiliriz.
Bu durum belirli bir kesime özgü değildir. İç terbiye eksikliği, daha çok kişinin kendi kendine koyduğu kuralların olmamasıyla ilgilidir. Ölçünün ve dengenin zayıfladığı her yerde bu hal yayılır. Gücün sorumsuzca kullanıldığı, kimseye hesap vermenin gerekmediği, yeteneğin değil de yandaşlığın ön planda olduğu, ahlaki sınırların bulanıklaştığı ortamlarda, bu tür davranışlar su yüzüne çıkar.
Yani mesele sadece tek bir kişinin ahlak zaafı değil, toplumsal bir kopuş halidir. Ölçüsüzlük ve sorumsuzluk yaygınlaştığında, bu "içi boş" yetişkinlik neredeyse normal kabul edilir.
Peki, bu noktadan sonra bir düzeltme şansı var mı?
Evet, ama bu şansı sadece kişisel pişmanlıklara bağlayamayız. Toplumlar ölçülerini kaybettiklerinde, sadece değerlerini değil; kurumlarını, birbirine olan güvenlerini ve ortak bir gelecek inancını da kaybederler.
Bu yüzden, bir tür toplumsal ayar gerektirir. Adaletin güçlenmesi, liyakatin geri gelmesi, haksızlığın cezasız kalmaması, kamusal alanların yeniden güven veren yerler olması…
Bunlar romantik hayaller değil, düzgün işleyen bir toplumun temel şartlarıdır. Doğru düzenlemeler yapıldığında, toplumların ne kadar hızlı toparlanabildiğini tarih bize defalarca göstermiştir.
Bugün dünyada bu dengesizliğin en belirgin sonuçlarından biri de "gibi yapmak" olgusudur. Gerçekmiş gibi görünen ama gerçekle bağı zayıf olan bu durum, özellikle gerçeğin üretilmesi gereken alanlarda (siyasette, medyada ve sosyal medyada) yoğunlaşır.
Bilgi artık doğru olduğu için değil, bize iyi hissettirdiği için paylaşılır. Algoritmalar ayrıştırmayı besler; sürekli tekrar edilen her söz, parlatılan her görüntü gerçek sanılabilir. Buradaki sorun sadece teknoloji değildir. Asıl mesele, ölçüsünü kaybetmiş toplumların gerçeği taşıyamamasıdır. Gerçek ağırdır; emek ve sabır ister. Dengesini yitirmiş toplumlar bu yükü taşımakta zorlanır.

Tam da bu noktada, insanın kendi içine dönmesi gerekir. Yunus Emre’nin yüzyıllardır hatırlattığı gibi, acı bazen en güçlü öğretmendir. "Derdim bana derman imiş" sözü, acıyı yüceltmek değil, onun değiştirici gücünü kabul etmektir.
Acı, insanı yerinden oynatır. "Artık böyle gitmez" dedirtir. Kırıldığımız yerde sadece bir yara açılmaz; aynı zamanda yeni bir yol da belirir. Çoğu büyük değişim, insanın en çok zorlandığı anlarda başlar. Çünkü acı, pasif bir katlanış değil, içten gelen bir çağrıdır.
Fakat bu değişim, zihinsel bir uyanış olmadan gerçekleşemez. Bugün sıkça rastladığımız "düşünsel tembellik" büyük bir hasara yol açıyor. İnsanlar çok meşgul, çok koşturuyor ama derinlemesine düşünmüyor.
Dışarıdan bakınca çok çalışkan görünen bu hal, içeride ciddi bir durgunluk barındırıyor. Zihin hareket etmiyor, alışkanlıklar sorgulanmıyor, hatalarla yüzleşilmiyor.
Sonuç olarak, toplum aynı noktada dönüp duruyor. Gerçekle yüzleşmek zor geldiği için erteleniyor. Oysa bir toplum düşünmeyi bıraktığında, çalışkan görünmeye çok yatkın olur; çalışkan olmaya değil.
Türkiye gibi gündemin hızlı ve sert değiştiği bir yerde, kişisel ölçüyü korumak daha da zordur. Bunun için kişinin önce iç referanslarını netleştirmesi gerekir.
Gündem dışarıdan belirlenir; ölçü ise içeriden. Sürekli tetikte yaşamak, sürekli hızlı olmak, iç pusulayı bozar. Yavaşlamak, düşünmek için zaman yaratmak, bilgiyi eleyerek almak bugün bir lüks değil, bir ayakta kalma yöntemidir. Her duyduğumuz doğru değildir; her gördüğümüz gerçek değildir.
Sonunda hep şu soruya geliriz:
Hayatımızdaki kurallara, ölçülere kim gerçekten karar veriyor?
Çoğu zaman başkalarının çizdiği çizgilerle yaşarız; ailemiz, çevremiz, kültürümüz bizim için ölçüler koyar. Kendi yaşam ilkelerimizi belirleme hakkı ise, belli bir yaşta değil, bir "uyanış" anında doğar. İnsan "Ben kime göre yaşıyorum?" diye sorduğunda, o cetveli eline almaya başlar. Ölçüyü yeniden çizme cesareti, insana özgüdür. Ve bir cetvel bir kez gerçekten bize ait olduğunda, hayat da ilk kez gerçekten bize ait olur.

