TEMBELHANE YANIYOR! OYALANMA ZAMANI DEĞİL
Çocukluktan bu yana okumayı çok severim. Sadece okumaz dinler, takip eder, merakımı celbeden şeyleri sorarak öğrenmeye çalışırım. Son yıllarda seyahatler ve bu seyahatler sonrası ortaya çıkan yazılar ve yazma tutkusu oluştu bende. Geçtiğimiz günlerde elime bir kitap geçti, adı “İncir Çekirdeği.” Ülkemize önemli hizmetleri olmuş Prof. Dr. Haluk Dursun’un kaleminden çıkmış bir kitap. Egeli olunca kitabı gördüğümde adı dikkatimi celbetti. Ne de olsa İncir Egemizin önemli bir ürünüydü. Kitapta incir ekseninde bir şeyler beklerken Haluk Dursun Hoca doğduğu yıllardan yaşamının son anlarına kadar yaşadıklarını incir kabuğunu doldurur cinsten küçük pasajlar şeklinde anlatmaya çalışmış. Kitabın hemen başında “Tembelhane Yanıyor! Gençler Kaçışın!” Başlığı altında Tembelhane den bahsediyor. Bu yazıyı okuduktan sonra biraz da araştırdım meğerse Osmanlı döneminde tembelhane diye bir mekân varmış. Okuyunca çok şaşırdım. Bir şey daha öğrenmiş oldum. İlginç bulduğum tembelhane hikayesine sizleri götürmek için bu yazıyı kaleme alıyorum.
Rahatına düşkünlük diye tanımlayabileceğimiz tembellik, kimi insanlar için hayatlarında bulunan bir sorun, hastalık gibi bir şey, kimi insanlar için ise bir hayat biçimi. Hangi açıdan bakarsak bakalım tembellik çok kabul edilebilir bir durum değil.
Aslında hayatın her alanında bir denge olmalı. Aşırılıkta hiç arzu edilen şey değildir. Atalet ne kadar benimsenmez ve tembellik sevilmezse, aşırıya kaçmakta o kadar hoş karşılanmaz. Dengeli bir hayat planlı ve düzenli bir hayattır. Hayattan çok şey bekleyebiliriz ama hepsini de gerçekleştiremeyebiliriz. Bir denge içinde tembellik göstermeden mücadele edilirse beklentilerin belirli bir kısmına ulaşabiliriz. Bu girizgahtan sonra gelelim tembelhane olayının hikayesine.
Osmanlı Devleti’nin son zamanlarında ağırkanlılığı ve keyfine düşkünlüğü ile tanınan bir padişah bir gün danışmanına sorar: “Belli zamanlarda elimi kaldıracak halim olmuyor. Üzerimde bir kırıklık, bir ağırlık… Yataktan kalkmak istemiyorum. Bu ne haldir? Hastalıktan mıdır, tembellikten midir? Anlayamıyorum” demiş.
Tabi koskoca padişaha tembel olduğunu söylemek mümkün olmayacağı için, padişahın danışmanı: “Hünkârım bu Allah tarafından yaradılışla oluşan bir haldir, telaşa mahal yoktur.” der. Hatta daha da ileri giderek: “Tebaanızdan birçok kulunuzda bu hal mevcuttur.” deyince padişah: “Öyleyse biz ne duruyoruz? Devlet bu kullara sahip çıksın.” diye emreder. Bu emir üzerine derhal bir “Tembelhane-i Hümayun” kurulur. Yaradılışından tembel mizaçlı olan vatandaşlar başvursunlar, kaydolsunlar, devlet onlara bakacak” diye bir duyuru yapılır.
Tembel tebaanın istediği zaten bir lokma yemek, bir parça hırka, devlet onlara bir de yorgan döşek, baklava börek ikram edince kim tutar onları? Saraya bir başvuru olur ki, altından kalkılacak gibi değildir. Kaydını yaptıran, yatağını yorganını saraydan alan çorbayı tatlıyı saraydan içmekle kalmaz, bir de üstüne kahve, yanına da tütün ister. Padişahın akıllı baş veziri durumun kötüye, hazinenin de tükenmeye doğru gittiğini görünce padişaha başvurur: “Hünkârım bunların ne kadarı gerçekten yaradılıştan tembeldir ne kadarı sahtekâr anlamamız lazım.” der. Ve şöyle bir teklifte bulunur: “Biz tembelhanenin bir köşesinde ufak bir yangın çıkaralım. Tembelhane yanıyor, kaçışın diye bağıralım. Yerinden ilk defa fırlayıp, kalkıp koşanları tembelhaneden çıkaralım. En son kalan ağırkanlıları da gerçek tembel olarak kesin kayıt yapalım, sadece onlara bakalım.” Baş vezirin bu teklifi padişahın hoşuna gider ve uygulamaya geçilmesini ister.
Tembelhaneye “Allah çarpsın elimi kaldıramıyorum, adım atamıyorum, belimi doğrultamıyorum.” diyerek kayıt olanlar, devletten yiyenler, içenler daha ilk duman kokusu geldiğinde birbirlerini ezerek arkalarına bile bakmadan kaçışırlar. Bu şekilde neredeyse tembelhane boşalır. Saray görevlileri bakarlar ki ne görsünler! Sadece bir tembel adam oturduğu yerden hiç kımıldamamış; olduğu yerden ateşe bakıyor ve eliyle de işaret ediyormuş. Ateş ona doğru iyice yaklaşınca kaçıp gideceğini düşünmüş saray görevlileri, lakin tembel adam kaçmayı bırak hâlâ ateşe bakıp, eliyle de işaret ederek: “Hele gelsün, hele gelsün!” diyor yerinden de hiç kımıldamıyormuş. Ateş tabii söz dinler mi? İyice yanına ulaşıp tembele vurunca, dumandan artık görülmez hâle gelen yerden son dakikada onu kurtarıyorlar. Adam da bir şiddet, bir celal… “Niye kaldırdınız niye beklemediniz?” diye bağırıyor. “Niye bekleyelim, kaldırmasaydık biraz sonra zaten yanacaktın” dediklerinde ise cevabı müthiş: “Bir adım sonra ateş yanıma ulaştığında hazır ettiğim çubuğumu yakacaktım, ondan sonra kaldırırdınız.”
Dikkat edin, ondan sonra kalkıp kaçardım demiyor, çubuğumu yaktıktan sonra yine siz kaldırırdınız diyor!
Padişah, bu çubuğunu yakmak için yangını bekleyen kişiyi “Has Tembel Kulu” olarak ilan ediyor ve kendisine ömrü boyunca bakılmasını emrediyor. Ona “Tembel Ağa” unvanını veriyor.
Daha “Tembelhane yanıyor!” lafını duyar duymaz, ateşi görmeden dumanın kokusundan arkasına bakmadan kaçışanları da sarayın dışına attırıyor.
Tembelhane geçmişte de yanmıştı, günümüzde de yanıyor. Tembel insanların varlığı devam ediyor. Uyuşukluk, atalet her yanımızı sarmış durumda. Eğer kendimize gelmez isek tembelhane yanmaya devam edecek. Dirilmeye kendimize gelmeye ihtiyacımız var. Yoksa atı alan Üsküdar’ı geçecek.
Önder Güzelarslan