UZLAŞMAK MI, ASLA?
Türkiye’nin 150 yıllık tarihi, maziden kopuşun ve herhangi bir yere bağlanamayışın tarihidir. Mazi ile istikbal arasındaki köprüleri berhava ettiler. Batıcılık virüsü ne köprü bıraktı ne de bağlanacak vasıta. Geçmişten kurtulduk kurtulmasına; ancak geleceğimiz ipotek altında. Bu hadım edilmiş idrakle menzile varmak mümkün mü…? Sistemi kurgulayanlar her tarafa mayınlar döşemiş. İlk önce ötekileştiriyorlardı, şimdi ise dost ederek, uzlaştırarak yok ediyorlar.
> “Batı ile aydınlarımız arasındaki münasebet tıpkı çocukların babalarına karşı tavırlarına benzer. Baba çocuğa nispetle çok kudretli olduğu ve çocuk ondan daha güçlü birine rastlamadığı için kendisini bu kudretle bir tutmak ister, ona benzemeye çalışır. Diğer taraftan, babanın kudreti çocuk için menfi bir değer taşır; çünkü çocuğun arzuları karşısında devamlı bir engel ve bir inkisar kaynağı teşkil etmektedir.”
Az gelişmiş memleket münevverlerinin sosyal değişme politikalarında milliyetçilik, daha ziyade böyle bir korku ve nefretin; modernleşme ise hayranlık ve acizliğin objektif terimlerle maskelenmiş bir ifadesi hâlinde ortaya çıkar.
“İkinci Meşrutiyet’in Avrupacı ve pozitivist aydınları da tıpkı bugünküler gibi çocuk değillerdi. Fakat onlar, babalarını inkâr ederek veya yok sayarak yeni bir şahsiyet kazanmak sevdasına kapıldıkları için kendilerini çocuk durumuna düşürdüler. Onlar, babasının borcunu yüklenemeyecek kadar aciz olduğu için mirası reddeden, hatta daha ileri giderek aradaki vesayeti inkâr eden evlada benziyorlardı. Avrupa’nın nefretinden kurtulabilmek için milletimizin tarihini reddettiler. O dönemde İçtihat dergisinde çıkan makalelere bakılacak olursa görülecektir ki, Avrupalının merhametini kazanmak için yazılmış birer dilekçe gibidir: ‘Babamız sadece size değil, bize de çok eziyet etti. Ama şimdi biz onu el birliğiyle öldürdük ve sizi kendimize baba yaptık. Ne isterseniz yapmaya hazırız, yeter ki bizi evlatlığa kabul edin.’”
Tasmalarıyla birlikte evlatlığa kabul edildiler ve tebaiyet değiştirdiler. Koptular ve bir daha bağlanamadılar. Kopanlar ve bağlanamayanlarla aynı yolda yürünmez. Babasını inkâr eden evlat, babasından iyi niyet ve hoşgörü bekleyemez. Uzlaşmak, hoş görmek aileye ihanettir. İhanetin karşılığı ise yok sayılmaktır. Onlara göre batılılaşmak, medenileşmekti. Medenileşmek, adam olmaktı. Teslim olmuş bir ordu için zafer veya yenilgi söz konusu değildir.
Cemil Meriç, Umrandan Uygarlığa adlı eserine şu cümlelerle başlar:
“Bütün Kur’anları yaksak, bütün camileri yıksak, Avrupalının gözünde Osmanlıyız; Osmanlı, yani İslam. Karanlık, tehlikeli, düşman bir yığın…”
Türk ve Müslüman olmaktan utanıyorlar. Kendilerinin hastalıklı beyinlerini değiştirmek yerine bu milletin inançlarını değiştirmeye kalkıştılar; torunları da kalkışmaya devam ediyor. Güneş altında yeni bir şey yok. Dün olan bugün de oluyor. Milletin dinini, örfünü, geleneklerini değiştiremeyince de yeni bir millet yaratmaya çalıştılar ve çalışıyorlar. Ne yazık ki, babasının mirasını sırtında bir şeref gibi taşıyanlar buna izin vermiyor. Kendi ülkemize ait her şeyden nefret ediyor ve iğreniyorlar. Bize ait her şey kötü, Batı’ya ait her şey doğru ve güzel. Komünizm iyi; sosyalizm, kapitalizm, liberalizm iyi, çünkü batılı. Yaşadıkları şehirlere inat, Batılı başkentler aşığı. Karşılıksız bir aşkın zebunudurlar.
Kelimeler, kelimeler, kelimeler…
Kelimelerle yıktılar koca imparatorluğu. Kelimelerle saldırıyorlar ülkemize. Kelimeler, zehirli bir kama. Ama kelimelerin gönülde açtığı yarayı ancak kelimeler iyileştirebilir. “Kelime, şuurun güneşinde eriyiveren balmumundan düşüncelere giydirdiğimiz elbise. Kelime; sönen, şahlanan, kanatlanan, kâh uçuruma atılan, kâh ufuklara süzülen rüya mahluklarının boynuna takmak istediğimiz kement.” Eşitlik, özgürlük, adalet kelimeleri de onların Batı’ya tutsaklık kementleri oldu.
Bütün türbelere, mabetlere, tarikatlara düşmandırlar; Kemalizm tarikatı hariç. Ne özgürlük, ne kalkınma, ne maddede zafer, ne manada fetih. Rezil bir tahrip. Onlar bu ülkeyi ve bu ülkenin insanını yok saydılar. Onların gözünde Anadolu yoktur, İstanbul yoktur, Erzurum yoktur, Türkiye yoktur. Üzerinde insanların gözyaşı döktüğü Anadolu ve Anadolu insanı, “yaban”dır; medeniyetten nasibini almamış, arkaik bir zamanın eseridir, ilkeldir.
Koca imparatorluğu paşa babaları batırdı. Hatta öyle ki, imparatorluğun Balkan topraklarını Yunanlılara ve Bulgarlara verenler İttihatçı aydınlardı. Bunlar, küçük Balkan kavimlerine bir kurşun atmadan yenilecek kadar yüreksiz çıktılar.
Bu milletin mirasını yüklenen asil çocukları ise bin yıllık tarihlerinden aldıkları güçle Çanakkale’de, Gazze’de, Galiçya’da, Kafkaslar’da, Sakarya’da çarpışarak kendi haysiyetleriyle birlikte hasta aydınlarını da kurtardılar. Şu anda ise Türkiye’yi bu hasta ruhlu aydınların torunları batıracak.
Bu nasıl bir kindir Allah’ım? Önlerine gelen her şakiyle, her yol kesiciyle yol arkadaşlığı; sokaktaki her orospuyla halvetteler. Karanlık gecelerde, her düşman ülkeyle ülkemiz aleyhine zifaftalar. Bu zifaftan yeni piçler türüyor. İlkesiz, vatansız; değerli gibi gösterilen değersiz piçler. Bin yıllık çınarın köklerine sinmiş habis kurt bunlar. Veyl bu hanımefendilere ve beyefendilere!
Tarihin ölüme mahkûm ettiği kavimlerde hep aynı psikoz: Kendini küçük görme psikozu. Avrupa cennet, Asya cehennem. Bu memlekette yaşanmaz. Neden? Aydınlarımızı rahatsız eden nedir? Onlar lağım kokusundan, toz bulutundan mı rahatsızlar? Hayır. Onlar bu ülkenin insanından şikâyetçi. Ülkemizin insanından, yani kendilerinden. Aynaya tahammülleri yok. İnsanın bunların yüzüne tüküresi geliyor.
“Bizans orospuları vaktiyle yavuz ve yağız Türk cündilerinin rüyasını görüyorlardı; şimdi Amerikan bahriyelisi sayıklıyorlar.”
Türkiye’yi yaşanmaz bulanlar, Türkiye’yi yaşanmazlaştıranlardır. Sanıyorum ki doğulu olduğundan utanan tek doğulu kavim biziz.
Dünyanın bütün tımarhaneleri bizim aydınların kafatası yanında birer aklıselim mihrakı. Bu kafatasları, son zamanlarda daha da azgınlaştı. Cemiyeti tek bir mite bağlayan ve milleti toplumsal bütün değerlerinden koparan bir bağ… Başka bağ yok. İmparatorluğun birbirine düşman etnik unsurlardan mürekkep yamalı bohçası dikiş yerlerinden ayrılalı beri, biz kendi kendine düşman insanlar hâline geldik. Mazi yok. Tarihimizi tanımıyoruz. Din, ölüm yatağında insanları bir araya getiren hiçbir ideoloji doğmadı. Nihayet dil de gitti elden.
Türk milleti… Hangi millet? Milliyetçiyiz… Hangi milliyetçilik?
“Bu millet, on senede bir değişen hafızasız nesiller amalgamı…”
Kur’anlarımızı yakamadılar, camilerimizi yıkamadılar ama bizi, biz olmaktan çıkararak mankurtlaştırdılar. Alternatif Kur’anlar, alternatif mabetler oluşturdular. Kafamızın içini ve dışını yeniden dizayn ettiler. Yeni bir tarih, yeni bir geçmiş icat ettiler.
“Ne kadar düşmanınız varsa o kadar büyüksünüz ve yaşıyorsunuz. Kin, sevgiden daha vefalıdır.”
Zinnur Şimşek