Aynı Sınıf, Farklı Genler: Eğitimin Görmediği Gerçek
“Genler kader değildir; ama ihtimalleri sessizce belirler.”
— Robert M. Sapolsky
Aynı sırada oturan çocuklar, aynı biyolojik, bilişsel ve duygusal donanımla hayata başlamaz.
Genetik yatkınlıklar, nörolojik farklılıklar ve çevresel etkileşimler; öğrenme hızını, dikkat kapasitesini ve duygusal dayanıklılığı belirler.
Buna rağmen eğitim sistemi, insanı değil müfredatı merkeze alarak herkese aynı başarı tanımını dayatmaya devam etmektedir!..
Bir toplumu anlamanın en kestirme yolu, onun eğitim sistemine bakmaktır…
Ama yalnızca ne öğrettiğine değil; kimi duyduğuna, kimi susturduğuna ve kimi aceleye getirdiğine bakarak.
Bugün eğitim, çoğu ülkede olduğu gibi bizde de, başarıyı ölçmekle insanı anlamayı birbirine karıştırmış durumda. Oysa ölçmek başka, anlamak başka bir iştir.
Notlar, sınavlar, dereceler; çocuğun zihnini sıralayabilir ama ruhunu tanıyamaz.
Sosyolog Pierre Bourdieu, eğitimin yalnızca bilgi aktaran bir kurum olmadığını; mevcut toplumsal eşitsizlikleri yeniden üreten bir mekanizma olduğunu söyler.

Okul, tarafsız değildir. Öğrencinin ailesinden taşıdığı kültürel sermaye, dili, bedeni ve hatta suskunluğu sınıfa onunla birlikte girer. Eğitim sistemi bu farklılıkları görmediğinde, başarısızlığı bireysel kusur gibi sunar; oysa çoğu zaman bu, eşitsiz başlangıç çizgilerinin sonucudur.
İngiliz çocuk doktoru ve psikanalist Donald Winnicott ise bambaşka bir yerden uyarır bizi:
“Çocuk, kendisini güvende hissetmediği bir ortamda gelişemez.”
Eğitim ortamı çocuğa yalnızca bilgi değil, psikolojik bir zemin de sunmalıdır. Sürekli değerlendirilen, kıyaslanan ve performansa zorlanan çocuk; öğrenmez, yalnızca uyum sağlamaya çalışır. Ve bu uyum, çoğu zaman sahte bir olgunluk üretir.
Modern toplumun baskısını en çarpıcı biçimde anlatan düşünürlerden Byung-Chul Han, günümüz insanının artık dışsal bir otoriteyle değil, içselleştirilmiş bir performans zorunluluğuyla yandığını söyler.
Çocuklar da bu sistemin dışındadır sanıyoruz; oysa en erken yananlar onlardır.
Daha ilkokul çağında “yetmezlik” duygusuyla tanışan bir çocuk, ileride yalnızca daha iyi öğrenen değil; daha derin yorulan bir yetişkine dönüşür.
Buraya Kadar Anlattıklarımız Sosyolojik ve Psikolojik Bir Çerçeve Sunuyor.
PEKİ ya BİYOLOJİ?
Davranışsal biyolog ve nöropsikiyatri alanında çalışan Robert Sapolsky, stresin beyin üzerindeki etkilerini anlatırken çok net bir şey söyler:
“Uzun süreli stres, öğrenme kapasitesini artırmaz; onu felce uğratır.”
Yani sürekli baskı altında tutulan bir çocuk, daha disiplinli değil; daha savunmacı bir beyinle büyür. Bu, karakter değil; nörobiyolojik bir sonuçtur.
Genetikçi Eric Turkheimer ise zekâ ve başarı üzerine yapılan çalışmalarda genetiğin etkisini kabul etmekle birlikte şu uyarıyı yapar:
“Genler, potansiyeli belirler; çevre ise hangi potansiyelin hayata geçeceğini.”
Bu şu demektir: Eğitim sistemi, genetik yatkınlıkları açığa çıkarabilir de bastırabilir de. Aynı çocuk, destekleyici bir ortamda gelişirken; baskıcı bir sistemde içe kapanabilir. Başarısızlık çoğu zaman çocuğun değil, ortamın ürünüdür.
Genetikçi Dean Hamer da insan davranışlarının tek bir genle açıklanamayacağını, ancak çevreyle etkileşim içinde şekillendiğini vurgular.
Eğitim, bu etkileşimin en güçlü sahnesidir. Yani mesele “zeka var mı yok mu?” değil; hangi çocuğa, hangi koşulda, ne kadar alan tanındığıdır.
Bugün eğitimi yalnızca müfredat, sınav ve istatistik olarak konuştuğumuz sürece şunu kaçırıyoruz:
Eğitim, çocuğu geleceğe hazırlamak değil; onu bugünde tutabilme sanatıdır.
Görmek, duymak, anlamak…
Bir çocuk anlaşılmadığında, genellikle “sorunlu” etiketi yapıştırılır.
Oysa çoğu zaman sorun çocukta değil; onu taşıyamayan sistemdedir.
Ve belki de en acı gerçek şudur:
Eğitim, insanı büyütmesi gerekirken; bazılarını erkenden yoruyorsa,
orada artık pedagojiden değil, sessiz bir ihmâlden söz ediyoruz.
Prof. Dr. Kürşat Şahin YILDIRIMER