Dr.Öğr.Üyesi.Gülçin ITIRLI ASLAN

Tarih: 30.12.2025 18:18

Eğitimde Sembolik Şiddet: Otorite, Ego ve Geleceğin Çözülüşü

Facebook Twitter Linked-in

Eğitimde Sembolik Şiddet: Otorite, Ego ve Geleceğin Çözülüşü
Bir toplumun geleceği, kürsülerde verilen nutuklarla değil; anaokullarında kurulan ilk cümlelerle, ilkokul sıralarında şekillenen ilk benlik algısıyla inşa edilir. Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu sosyolojik tabloyu anlamak istiyorsak, en başa—çocuğun ilk temas ettiği eğitim alanına—bakmak zorundayız.
Çünkü sorun yalnızca müfredat meselesi değildir. Sorun, eğitimin bakım ile karıştırıldığı, öğretmenin pedagojik rehberlikten uzaklaştığı, çocuğun ise birey değil “oyalanması gereken bir nesne” gibi görüldüğü bir zihniyet krizidir.
Anaokulu: Eğitimin Değil, Oyalamanın Mekânı
Fransız sosyolog Pierre Bourdieu, eğitimin toplumsal eşitsizlikleri yeniden üreten bir mekanizma olabileceğini söyler. Eğer erken çocukluk döneminde eğitim, nitelikli bir pedagojik süreçten çok “bakım hizmeti” anlayışıyla yürütülüyorsa, çocuk daha en başta dezavantajlı bir habitusla hayata başlar.


Bugün birçok anaokulunda gördüğümüz tablo tam da budur: Çocuğun duygusal gelişimini, dil becerilerini, sınır algısını ve merak duygusunu beslemesi gereken bu dönem; çoğu zaman yalnızca zaman doldurulan, çocukların susturulduğu ya da oyalanarak idare edildiği bir alana dönüşmektedir. Oysa çocuk, bu dönemde “görülüyorum” mu yoksa “idare ediliyorum” mu sorusunun cevabını içselleştirir.
İlkokul: Öğretmenin Yetersizliği, Çocuğun Yükü
İlkokul, çocuğun yalnızca okuma yazma öğrendiği değil; kendilik değerini inşa ettiği evredir. Ancak burada karşımıza çıkan en ciddi sorunlardan biri, sınıf öğretmenlerinin pedagojik ve psikososyal açıdan yetersiz kalabilmesidir. Çocuk psikiyatristi ve psikanalist Donald Winnicott, “çocuğun sağlıklı gelişimi için yeterince iyi bir yetişkin” kavramını ortaya koyar. Buradaki “yeterince iyi”, kusursuzluk değil; çocuğun duygusal ihtiyaçlarını okuyabilme kapasitesidir.
Bugün birçok sınıfta öğretmen; kalabalık mevcutlar, yetersiz eğitim, tükenmişlik ve denetimsizlik arasında sıkışmış durumdadır. Sonuçta çocuk; anlaşılmayan, etiketlenen ve çoğu zaman susturulan bir varlığa dönüşür. “Yaramaz”, “dalgın”, “tembel” gibi etiketler; çocuğun kişiliğine değil, sistemin yetersizliğine aittir.
Ortaokul ve Lise: Disiplin mi, Baskı mı?
Ergenlik dönemi, kimliğin en kırılgan olduğu evredir. Alman sosyolog Ulrich Beck, modern toplumlarda bireyin artık kendi hayatının sorumluluğunu çok erken yaşta omuzlamak zorunda kaldığını söyler. Türkiye’de ise bu yük; sınavlar, performans baskısı ve otoriter okul iklimiyle daha da ağırlaşmaktadır.
Ortaokul ve lise yıllarında gençlere yöneltilen temel mesaj şudur: “Başarılı ol, ama sorgulama. Uyum sağla, ama kendin olma.” Bu noktada eğitim, bireyi güçlendiren bir alan olmaktan çıkar; itaati ödüllendiren bir sisteme dönüşür. Psikiyatrist Aaron T. Beck, sürekli eleştirilen ve değersiz hissettirilen bireylerde depresif düşünce kalıplarının geliştiğini vurgular. Bugün gençlerde artan kaygı, öfke ve umutsuzluğun arkasında bu görünmez baskı yatmaktadır.


Sorun Kimde Değil, Nerede?
Ancak bu karanlık tablonun içinde, sistemin tüm tıkayıcı çarklarına ve imkânsızlıklara rağmen; sınıfını bir 'vaha'ya dönüştüren, müfredatın ötesine geçip bir çocuğun ruhuna dokunmayı 'asıl görev' bilen o idealist eğitimcileri bu eleştirilerin tamamen dışında tutmak gerekir. Onlar, Winnicott’un bahsettiği o 'yeterince iyi yetişkin' profilini tek başlarına sırtlayan; yorgunluklarına rağmen çocuğun merakını diri tutan sessiz kahramanlardır. Bu yazı, işte o vahalara henüz ulaşamamış olan kurak alanlara bir fener tutma çabasıdır.
Şunu da kabul etmek gerekir ki; Türkiye'de öğretmenlik yapmak, her gün devasa bir yapısal sorunlar yumağının içine uyanmaktır. Ekonomik kaygılar, toplumsal saygınlığın aşınması ve öğretmenin elini kolunu bağlayan bürokratik baskılar, en idealist zihinleri bile zamanla yorabilir. Bu yazıdaki eleştiri oku öğretmene değil; aslında öğretmeni de, öğrenciyi de bu niteliksiz döngünün içinde yalnız bırakan "anlayışsızlık" ikliminedir.
Yine de bu tablo, öğretmeni tamamen masumlaştıran bir yaklaşım sunmaz. Sorun yalnızca öğretmeni yalnız bırakan, denetim ve rehberlik mekanizmalarını işletmeyen sistemde değil; aynı zamanda kendini geliştirmeye kapalı, eleştiriye direnen ve mesleki egosunu pedagojik sorumluluğun önüne koyan bazı bireysel tutumlarda da yatmaktadır.
Eğitim, doğası gereği sürekli gelişim ve yenilenme gerektiren bir alandır. Ancak sahada karşılaşılan gerçeklik şudur: Mesleki yenilenmeye kapalı, geri bildirimden rahatsız olan, otoritesini bilgiyle değil pozisyonla kurmaya çalışan bir öğretmen profili; yalnızca çocuğun bilişsel ve duygusal gelişimini değil, aynı zamanda öğretmenlik mesleğinin toplumsal itibarını da zedelemektedir. Pierre Bourdieu’nün ifade ettiği gibi, “Otorite, bilgiye ve meşruiyete dayanmadığında yalnızca sembolik bir tahakküm aracına dönüşür.”
Bu noktada asıl kırılma, denetimsizliğin yanlış anlaşılmasında ortaya çıkmaktadır. Denetimin rehberlikten ve mesleki gelişimden koparıldığı bir sistemde, hesap verilebilirlik zayıflamakta; bu zayıflık ise bazı öğretmen tutumlarında mesleki egonun büyümesine zemin hazırlamaktadır. Büyüyen ego, sınıf içinde pedagojik ilişkiyi aşındırmakta; öğretmen ile öğrenci arasındaki bağ, öğrenme temelli bir etkileşim olmaktan çıkarak tek yönlü bir güç ilişkisine dönüşmektedir.
Oysa eğitim, statüden değil etkileşimden beslenir. Öğretmenin otoritesi, makamından değil; bilgisinden, kendini yenileyebilme kapasitesinden ve öğrencinin dünyasına temas edebilme becerisinden doğar. Geri bildirime kapalı, eleştiriyi kişisel tehdit olarak algılayan ve mesleki gelişimi tamamlanmış bir süreç gibi gören anlayış; yalnızca bireysel bir sorun değil, sistemin görmezden geldiği yapısal bir kırılmadır.
Dolayısıyla mesele “öğretmen suçlu mu, sistem mi?” gibi indirgemeci bir soruyla açıklanamaz. Asıl sorun, denetimi baskı; otoriteyi dokunulmazlık; mesleki deneyimi değişime kapalılık olarak yorumlayan zihniyetin kendisindedir. Eğitim, egonun değil; öğrenmenin ve dönüşümün alanıdır. Bu alan korunmadığında bedelini yalnızca öğretmenler değil, en başta çocuklar ve toplumun geleceği ödemektedir.
Belki de Artık Aynaya Bakma Zamanı
Bir toplum, çocuklarına nasıl davrandığıyla hatırlanır. Anaokulunda susturulan, ilkokulda etiketlenen, lisede bastırılan çocuklar; yetişkin olduklarında ya suskunlaşır ya da öfkeyle konuşur.
Eğitim, bir ülkenin aynasıdır. Ve bugün o aynaya baktığımızda gördüğümüz şey, artık makyajla gizlenemeyecek kadar nettir.
Dr. Gülçin Itırlı Aslan


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —