MİSAFİR KALEM

Tarih: 17.12.2025 20:06

ETHEM- RÜZGARIN OĞLU

Facebook Twitter Linked-in

ETHEM
              “Rüzgârın Oğlu”
               

               -Uzun Hikâye-
                              -BANDIRMA/1886-
    Kış, o yıl diğer yıllardan daha sert gelmişti. Bozdağ’ın burçlarını andıran tepelerinden aşağıya keskin bir gece rüzgârı iniyor, köy evlerinin kiremitlerini zangırdatıyordu. Kar, gök yüzünden değil de yerden yağıyormuş gibi savruluyor; her şeyin üstüne sükûtun beyaz örtüsünü bırakıyordu.
    O gece, Ali Bey'in konağında bir telaş bir telaş... Evin büyük pencerelerine keçe örtüleri gerilmiş, ocakta odunlar hışırdayarak yanıyor, içeride kesif bir ıhlamur kokusu dolaşıyordu. Hatunlar, odanın köşesinde dua ederek bekliyor, yaşlı ebe Kadriye ise lohusa odasına girip çıkıyordu.
    Tam bu sırada, uzaktan bir kurt uluması duyuldu. Bozdağ’ın çakalları da dehşet ulumalarıyla gecenin sessizliğini yardılar. Kadriye Ebe, sesleri duyunca gülümsedi:
    — “Hayırdır inşallah… Boz rüzgâr oğlanın kaderine eşlik eder inşaallah,” dedi.
    Yörenin ağa adam dediği Çerkezzade Ali Bey, endişeli ama gururlu bir halde kapının önünde volta atıyordu. Dört oğlundan sonra bir evla daha gelecekti; kız olmasını arzulasa bile Allah'ın hikmetinden sual olunmayacağını iyi biliyordu.
    Hissediyordu; bu çocuğun doğumu, diğerlerinden farklı bir şeyler taşıyordu. Rüzgârın, alevin ve duaların iç içe geçtiği bir gecedeydiler çünkü.
    Bir anda odadan keskin bir çığlık duyuldu. Ardından, lohusa odasının penceresine bir rüzgâr darbesi... Rüzgâr, sanki bir at sürüsünü peşinde sürüklüyormuş gibi uğulduyordu. Ve o uğultunun tam ortasında bir bebek sesi yükseldi.
    Kadriye Ebe dışarı çıktığında yüzü aydınlıktı.
    — “Ağam,” dedi, “Allah sana pek yiğit bir oğlan verdi. Avuçları sımsıkı. Daha doğar doğmaz, elini ebeye bırakmadı. ‘Ben bu dünyaya gelmek için geldim!’ der gibi…”
    Ali Bey’in yüzü ışıldadı; ama evin yaşlısı, ailenin sözü geçen büyüğü olan Verdi Ağa, köşesinden kalktı, ağır adımlarla ebeye yaklaştı.
    — “Bebek ağlarken rüzgâr kesildi mi?” diye sordu. Kadriye Ebe şaşırdı:
    — “Evet Ağa. Neredeyse birden durdu.” Verdi Ağa başını salladı.
    — “Oğlanın adı belli oldu,” dedi. “Adı Ethem olsun. Rüzgârı susturan bir yiğit olur belki.”
      Kara yağız at manasındaki isim sahibinin, büyüyünce  fırtınaya göğüs germesi muhtemeldi.  Ali Bey. oğlunu  ilk kez kucağına aldığında, minik Ethem’in gözleri kapalı bile olsa yüzünde tuhaf bir sertlik vardı. Sanki öfkeyle değil, kararlılıkla doğmuştu.
    Yüzünün kemik yapısı diğer kardeşlerinden farklıydı; çene yapısı keskin, kaşları sık, omuzları genişti. Kadınlar, “Bu çocuk ata binmeden büyümez,” diye fısıldaştılar.
    O gece herkes uykuya çekilirken Ali Bey odaya girip yeni doğan oğlunun yanına çömeldi. Bebeğin kundağındaki minik eller bir anlığına açıldı ve babasının parmağına tutundu.
   İçinden bir ürperti geçti orta yaşlı adamın: — “Sen,” dedi fısıltıyla, “ya çok büyük bir adam olacaksın… ya da büyük bir fırtınayı beraberinde getireceksin.”
    Bebeğin nefesi düzenliydi, ama yüzündeki ifade sanki bir bebekten çok uzak; sanki geleceğin gölgesine yakın bir şeydi. Yıllar sonra Anadolu’nun dört bir yanında anlatılacak olan o asi, o hırçın, o sert adamın ilk kıvılcımıydı bu.
    Dışarıda kar yavaşça dinmişti. Gecenin içinde bir sessizlik vardı; ama kimse bilmiyordu ki o sessizliğin içinde geleceğin fırtınası doğmuştu: Çerkez Ethem. Rüzgârın oğlu diyecekti yöre insanı ona. Asilik iftirasıyla yiğitlik, kahramanlık arasında ince bir çizgiye yazılmış kaderin çocuğu.
**
    Ethem daha yürümeye başlamadan belli etmişti farklılığını. Bandırma'nın Hüdavendigâr Bucağını herkes bilir: Bazı çocuklar sessiz, bazıları uysal; bazıları da mahallenin ele avuca sığmaz fırtınalarıdır. Fakat Ethem, bunların hiçbiri değildi. O, içinde rüzgâr taşıyan bir çocuktu.
    Ethem üç yaşına bastığı yaz, Ali Bey çiftliğin en güvenilir atı olan Alaca’yı ahırdan çıkarırken küçük Ethem annesinin eteğine yapışmış, gözlerini ayıramıyordu.
    — “Ben binecegim buna, baba,” diye bağırdı minik sesiyle.
    — “Sen daha küçüksün oğlum,” dedi İlyas Ağa gülerek.
    Ama Ethem inatçıydı. Küçük elleriyle atın yelesine uzandı. At, garip bir şekilde geri çekilmedi. Hatta başını eğip çocuğun kokusunu içine çekti.
    Ahırdaki seyis bile şaşırdı.
    — “Ağam... Bu at herkese yüz vermezdi. Çocuğa gönlü düştü galiba.”
    Ali Bey oğlunu kısa bir süre eyerin önüne oturttu. Ethem’in yüzünde öyle bir neşe vardı ki, sanki yıllardır at üstündeymiş gibi rahattı.
    — “Bu çocuk,” dedi seyis, “bir gün at sırtında büyüyenlerin efsanesi olur.”Ali Bey içinden “olur ama nasıl bir efsane?” diye düşündü.
**
    Ethem dört ağabeyinin en küçüğüydü, ama onlardan hiçbir zaman geri durmadı.
    Rahmi ve Reşit Bey gibi güçlü, disiplinli ağabeylerinin arasında büyümek kolay değildi. Her biri silah, at ve Çerkes savaş terbiyesiyle yoğrulmuş gençlerdi. Fakat küçük Ethem, yaşça küçük olsa da cesaret bakımından onlarla eşitti.
    Bir gün, bahçede sopalarla yapılan talim sırasında Rahmi Bey onun elinden sopayı alıp kenara bıraktı.
    — “Sen daha küçüksün. Kırarsın kolunu.”
    Ethem’in gözleri parladı. Öfke değil; aşağılanma hissi vardı. Sopayı yerden aldı, Rahmi Bey’e doğru yürüdü.
    — “Ben sizden eksik değilim!” diye bağırdı.
    Ağabeyi gülerek “Hadi bakalım küçük kaplan, gel de görelim,” dedi. O gün Ethem, gücü yetmediği halde yılmadı. Yüzüne aldığı her darbeden sonra tekrar ayağa kalktı.
    En sonunda Rahmi Bey, nefes nefese kalmış çocuğun elindeki sopayı düşürmediğini görünce ciddileşti:
    — “Aferin sana. Yıkılmamak yiğitliktir.”
    O günden sonra ağabeyleri ona başka gözle bakmaya başlamıştı. O artık sadece evin en küçük çocuğu değildi, kaderi büyük olan çocuktu.
**
    Beş yaşına yeni girdiği bir akşamüstü, Verdi Ağa onu yanına çağırdı. Avluda bir minder üzerine oturdu, Ethem’i karşısına aldı.
    — “Oğlum,” dedi sert ama bilge bir ses tonuyla, “bizim millette üç şey kutsaldır: At, avrat, silah. Bunlar namustur. Bunları taşıyan, onların hakkını da taşır.” Ethem kafa salladı. Verdi Ağa devam etti ardından:
    — “Silah, namert ele geçerse can alır; mert ele geçerse can kurtarır. At, adamı kaçırır; adamı kurtarır. Avrat ise ocağı tüttüren ocaktır.”
    Sonra torununa ilk kez küçük bir kamçı uzattı. Ethem kamçıyı elinde tarttı; sanki çoktan tanıdığı bir şeymiş gibi.
    — “Senin kaderin kolay olmayacak evlat,” dedi ihtiyar. “Sert olacaksın. Hem kendi kendine hem düşmanına. Ama sakın şunu unutma: Sertlik merhametten doğmazsa fitne olur.”
    Bu söz, Ethem’in hayatının ilerleyen yıllarında bir türlü tutamadığı dengeydi. Ama o gün, anlamadı.
**
    Ethem sekiz yaşına geldiğinde, Bozdağ’ın tepelerine tek başına çıkmayı alışkanlık edinmişti. Çoban çocukları onunla yarışırken çoğu zaman yarı yolda kalıyorlardı.Bir gün, sert bir rüzgârın estiği bir tepede ellerini iki yana açıp bağırdı:
    — “Beni düşüremezsin rüzgâr! Ben senden değil, sen benden kork!”
    Köydeki yaşlılar bu sahneyi görünce başlarını salladı: — “Bu oğlan sert büyür. Zor dizginlenir.”
    Bir başka yaşlı ise daha ileri giderek dedi ki: — “Bu çocuk ya memleketi kurtarır… ya da memlekete çok büyük dersler verir.”
**
    Annesi, ona hem düşkündü hem tedirgin. Bir gün Ali Bey'e:
    — “Bu çocuğun kalbi narin ama huyu ateş gibi,” dedi.
    — “Ateşin narini olmaz hanım,” diye karşılık verdi Ali Bey. “Bu çocukta hem ateş var hem gölge. Allah’tan hayırlısını dileriz.”
    Fakat Ethem’in hamiyet damarının ilk işaretleri, on yaşına geldiğinde bir olayla iyice ortaya çıktı. Köyün zorbaca davranan bir delikanlısı, küçük bir çoban çocuğun ekmeğini alıp ittiğinde, Ethem elindeki taşla delikanlının atının sağrısına vurdu. At sendeledi, delikanlı yere kapaklandı.
    — “Bir daha küçükleri ezme!” diye bağırdı.
    Delikanlı kalkıp Ethem’i dövmeye kalktığında ise Rahmi Bey yetişti ve:
    — “Kardeşim doğru yapmış,” dedi.
    O gün köyde herkes şunu konuşuyordu: “Bu Ethem var ya. Haksızlığa dayanamaz. Kendine de dayanamaz. Bir gün ya adaletin kılıcı olur… veya haksızlığa isyanın ta kendisi.”
**
    On yedi yaşına geldiğinde Hüdavendigâr ona dar gelmeye başlamıştı. Ağabeyleri düzen, disiplin ve itaatin adamıydı; Ethem ise kendi düzenini kendi kurmak isteyen bir kan taşıyordu. Köyün yaşlıları bile onu sever ama “Aman şu çocuğun içine Allah selamet versin, bir ateş düşmüş!” diye fısıldaşırdı.
    Bir akşam, Bozdağ’ın eteklerine tek başına çıkmıştı. Gökyüzü turuncu bir kızıllığa bürünmüş, ufuk çizgisine siyah bulutlar çökmüştü.
    Ethem, yeleğini sıkılaştırıp kendi kendine mırıldandı: — “Buraya sığamıyorum. Kanım dar yolda durmuyor.” O sırada arkasından adım sesleri geldi. Reşit Bey çıkageldi.
    — “Seni buraya çeken ne Ethem?” — “Bilmiyorum,” dedi delikanlı. “Rüzgâr beni çağırıyor sanki. Uzaklara…”
    Reşit Bey kardeşinin omzuna hafifçe dokundu: — “Rüzgâr çağırır ama insanın yeri yurdu önemlidir.”
    Ethem gözlerini kısmıştı: — “Yurdumu sırtımda taşıyacak kadar güçlüyüm ağabey.”
   Bu söz, Ethem’in karakterinin en zahir yanını gösteriyordu. Bu da ağabeylerinin hem gururunu hem de endişesini kabartıyordu.
**
   O günlerde Osmanlı’nın Balkan topraklarında karışıklıklar artmıştı. Çete hareketleri, eşkıyalıklar, Sırp ve Bulgar komitacılarının saldırıları köy köy yayılıyordu. Devlet gençleri gönüllü birliklere çağırıyordu. Babası, bir akşam sofrada Ethem’e baktı:
    — “Evlat,” dedi, “senin yüreğin artık burada değil. Gitmek istiyorsan git ama unutma: Geri dönüş yolu her zaman açık olmaz.”
    Ethem bir an tereddüt etti. Annesinin gözleri dolmuştu. Ama kader çağırıyordu.
    — “Baba,” dedi, “ben gideceğim. Göreceğim, öğreneceğim. Belki de dönerim, belki dönemem… Ama içimdeki ateş burada sönmeyecek.”
    Ali Bey ayağa kalktı, evin duvarında asılı duran hançeri indirdi. Gümüş işlemeli, sapı kemikten yapılmış, ailenin hatırası olan bir Çerkes hançeriydi.
    — “Bu hançer bizim soyumuzun namusudur,” dedi. “Onu hak etmeyen taşımasın. Sen hak edene benziyor musun evlat?”
    Ethem hançerle beraber derin bir nefes de aldı.
    — “Hediyeni hak etmek için gidiyorum baba.”
    O gece Ethem, Bozdağ rüzgârıyla vedalaştı. Ethem, birkaç gönüllü gençle beraber Balkanlara doğru yola çıktı.
    At sırtında geçen uzun bir yolculuktan sonra Thessaly tarafındaki sınır karakoluna vardılar. Burada Osmanlı zaptiyeleri ve mahalli birlikler karışık  düzende bekliyordu.
    Komutanlardan biri, Ethem’in çakı gibi duruşunu görünce yanına geldi:
    — “Adın ne delikanlı?”
     — “Ethem.”
    — “Nerelisin?”
    — “ Bandırma.”
    — “Sert bakıyorsun.”
    — “Sertliğim haksızın karşısına, merhametim mazlumun yanına ağam.”
    Komutan gülümsedi.
— “Sen galiba bizim işimize yararsın.”
     Ethem’in Balkanlardaki ilk günleri böyle başlamıştı.
**
    Bulgar Çeteleri, Osmanlı’ya bağlı bir köyü basmış, birkaç kişiyi rehin almıştı. Birlik derhal harekete geçti.
    Ethem ilk kez gerçek bir sıcak çatışmaya giriyordu. Kalbi hızlı atıyor ama eli titremiyordu. Gece karanlığında, köyün etrafını sarıp ilerlediler. Komutan, “Sen gençsin, arkada kal,” dedi. Fakat Ethem, komutanın yanından ayrılmadı.
    Çatışma başladığında mermiler çatıların üzerinden geçiyordu. Ethem, rüzgârı okudu, hedefi seçti, nişan aldı ve tek atışla bir komitacının kolunu yaraladı. Adam silahını düşürdü.
    Komutan gözlerine inanamadı:
    — “Sen… bu mesafeden tek atışla mı?”
    Ethem’in sesi sakindi:
    — “Bozdağ’da rüzgâr buna benzer.”
    O gece köy kurtarıldı. Gönüllülerin arasında tek bir isim dolaşmaya başlamıştı:
    “Çerkes Ethem… şu genç olan. Bakışı rüzgârı bile geçiyor.”
**
    Birlikteki askerler arasında Ethem’in adı yavaş yavaş yayılıyordu.
    — “Bu çocuk korkmuyor.”
    — “Korksa da belli etmiyor.”
    — “Düşmana acımıyor ama köylüye ekmeğini veriyor.”
    — “İçi ateş dışı buz gibi.”
    Bir Çerkes genci onu görünce şöyle demişti:
    — “Bizim  çocuklarımız iki türlü olur: Ya obanın sessizi… ya da obanın fırtınası. Bu çocuk fırtına.”
    Ethem artık bir delikanlı değil, adı dolaşan bir  yiğitti. Fakat şöhretin kıvılcımı bile tehlikelidir. Çünkü ün; ya insanı yükseltir, ya insanın üstüne çöker. 
    Ethem, bunu henüz bilmiyordu.

Mehmet Nuri Bingöl


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —