Seyfettin BUDAK

Tarih: 16.07.2025 22:19

Hikâyelerim Öldü mü?

Facebook Twitter Linked-in

Hikâyelerim Öldü mü?

İnsan, anlatamadığı hikâyelerin gölgesinde ne kadar yaşayabilir? 

Günün birinde, bir metro istasyonunda gözlerini ekrana dikmiş insanların arasında otururken, aklınıza düşüverir bu soru. Birinin kahkahası, bir çocuğun elindeki oyuncaktan yükselen mekanik sesler, bir reklam panosundaki "mutluluk vaadi"... 

Hepsi birer cümle, ama hiçbiri bir hikâye değil. 

Peki ya bizimkiler? 

Çocukken büyükannemizin dizinde dinlediğimiz masallar, ergenlikte tuttuğumuz günlüklerde saklı heyecanlar, yetişkinliğin yorgun akşamlarında anlatacak kimseyi bulamadığımız iç monologlar...

 Onlar nereye gitti? 

Dijital çağın en büyük paradoksu, sonsuz iletişim vaadiyle gelen derin bir yalnızlık. Her gün milyarlarca tweet, story, reel… 

Ama çoğu, bir balonun patlaması kadar kısa ömürlü. Bir arkadaşınızla iki saatlik bir yürüyüşte, cebinizdeki telefon titrediğinde, göz temasınızın nasıl bölündüğünü hatırlayın. 

Hikâyeler, dikkat ister. Oysa biz, dikkat süremizi bir TikTok videosunun ritmine teslim ettik. 

O zaman soralım! Hikâyelerimiz öldü mü?

Bugünse ekranların ardına saklanıyoruz. Anlatmak yerine paylaşıyoruz. Duyguyu değil, sonucu önemsiyoruz. “Ne oldu?” diye soruyoruz, “Nasıl hissettin?” değil. 

Böylece hikâyelerimiz, süslenmemiş bilgi kırıntılarına, duygu yoksunu bildirimlere dönüyor.

Bir düşünün!

En son ne zaman yaşadığın bir olayı içinden gelen o eski coşkuyla anlattın birine? 

En son ne zaman bir başkasının gözünde kendi hikâyeni buldun? 

Yoksa sen de mi sadece “görünüyor” ama anlatmıyorsun?

Hikâyeler neden bu kadar önemliydi?

Çünkü insan, hikâye anlatmadan yaşayamaz. Hikâye, sadece bir olaylar dizisi değil; bir anlam arayışıdır. 

İnsanın var oluşunu sorgulaması, yaşamına yön vermesi, geçmişini hatırlayıp geleceğine yol çizmesidir. 

Hikâyeler yoksa hafıza da yoktur. Hafıza yoksa kimlik silinir. Ve kimliğini yitiren insan, başkasının yazdığı bir hayat senaryosunun figüranı olmaktan öteye gidemez.

 

Nietzsche, “İnsanın hakikate değil, yaşanabilir hikâyelere ihtiyacı vardır,” der. Çünkü hakikat çıplaktır ve kimi zaman taş gibidir; ama hikâye, onu anlamlandıran giysidir. 

Hikâyesi olmayan hakikat, suskun bir duvardır; ama hikâyeyle anlam bulan bir gerçeklik, insanı dönüştürebilir.

Bugün birçok insan, kendini anlatamıyor çünkü yaşamayı unutuyor. Koşturuyor, çalışıyor, tüketiyor, hatta başarıyor… 

Ama tüm bunların içinde nedenini, duygusunu, derinliğini kaybediyor. Hikâye anlatmak yerine, yalnızca “görüntü” sunuyor. 

Bir yemeği hikâyeye dönüştürmek yerine, onun fotoğrafını paylaşıyor. 

Bir dostla geçirilen anlamlı bir anı, bir “hikâye” yerine, bir “story”ye (sosyal medya paylaşımına) dönüşüyor.

Kendine şu soruyu sor! 

Benim hikâyem ne?

En son ne zaman birine, gerçekten "Nasılsın?" diye sordunuz? 

Cevabı, bir emojiyle geçiştirmeyip, "Anlat, dinliyorum" diyerek beklediniz mi? 

Belki de hikâyelerimizin ölümü, biz susmayı seçtiğimizde değil, dinlemeyi unuttuğumuzda başladı... 

Şimdi, telefonunuzu bir kenara koyun. Bir pencere bulun. Dışarıda koşan bir çocuğun, dalgalanan bir ağacın, yan masada tek başına oturan yaşlı adamın hikâyesini tahmin etmeye çalışın. İşte o an, ölü sandığınız hikâyeleriniz, toprağın altından filizlenmeye başlayacak.

Çünkü bir hikâyenin ölümü, yalnızca bir anlatının sona ermesi değildir. Aynı zamanda bir insanın kendini yitirmesi, dünyaya söyleyecek sözünün kalmaması demektir.

Bir kalem al, bir sayfa aç ve kendine anlat! “Bugün ne yaşadım?”

Basit gibi görünse de bu, hikâyeni yeniden diriltmenin ilk adımıdır.

Çünkü hikâyen yaşarsa, sen de yaşarsın.

 


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —