KENDİ BOĞAZINI SIKIP NEFESİNİ KESER MİSİN?
İnsan kendi boğazını sıkıp nefesini keser mi? Elbette hayır.
Bir bardak suya zehir koyup keyifle içer mi? Onu da yapmaz.
Çocuğunun yüzdüğü havuza kanalizasyon bağlar mı? Asla!
Kendi canına kıyamayan, suyuna zehir katmayan, çocuğunun havuzuna mikrop saçmayan insan; iş doğaya gelince aynı hassasiyeti gösteriyor mu? Ne yazık ki çoğu zaman hayır.
Kimse baktığında böyle bir şey yapmaz ama aldığı ve alacağı nefese zarar verebilir. Ormanları keser, kaynak sularını kirletir, denizi çöplüğe çevirir.
Kendi havuzu tertemiz olsun isterken, su canlılarının yuvası olan denizi hoyratça kirletir.
Bardağındaki suya zehir koymaz ama fabrikasıyla, çöpüyle, dikkatsizliğiyle aynı suyu zehirler.
Oysa insan bu dünyada sadece bir yolcu. Kendisine emanet edilen nimetleri hunharca tüketme hakkına sahip değil. Nasıl ki bir çanta dolusu para gözümüz gibi sakınılırsa; doğa da aynı titizlikle korunmalı. Çünkü paranın yanması “kaza” değilse, doğanın yok olması da “tesadüf” değildir.
Kur’an bize bu konuda açıkça yol gösterir:
“Mü’minler o kimselerdir ki emanetlerine ve ahitlerine riayet ederler.” (Mü’minûn, 23/8)
Emanet sadece bize bırakılan eşya değildir. Nefesimiz, suyumuz, ağacımız, denizimiz… Hepsi insana emanettir. Gerçek mümin, bu emanete sahip çıkandır. Doğa hırpalandığında kendi canı yanıyormuş gibi acı duyar.
Şunu bilmeliyiz: Dünya bize ait değil. Biz misafiriz. Giderken ardımızda bıraktığımız, gelecek nesillerin yuvasıdır. O halde, dünyaya nasıl gelmek istiyorsak, gelecek olanlara da öyle bırakmalıyız.
Evlatlarımıza bırakabileceğimiz en büyük miras; temiz hava, berrak su ve yaşanabilir bir doğadır. Onlara çevreyi korumayı öğretelim ama önce biz öğrenelim. Çünkü emanet bilinci, sadece bir sorumluluk değil, aynı zamanda imanın bir gereğidir.
Vesselam
Gülhanım Can