Seyfettin BUDAK

Tarih: 31.12.2025 20:27

Nöronların Sessiz Bilgeliği: Benliğin Ötesinde Bir Yaşam Mümkün mü?

Facebook Twitter Linked-in

Nöronların Sessiz Bilgeliği: Benliğin Ötesinde Bir Yaşam Mümkün mü?

 

Bir yaprak, düştüğü ağacın köklerini hiç düşünür mü? 

Ya da bir nöron, ateşlediği sinyalin, oluşturduğu düşüncenin, bir bilincin parçası olduğunu bilir mi? 

Prof. Dr. Türker Kılıç’ın çarpıcı “yaprak orman” metaforu ve nöronların işleyişine dair vurgusu, bizi insan olma halimizin en temel ve belki de en yanılsamalı varsayımıyla yüzleştiriyor. Kendimizi benzersiz ve merkezi bir varlık olarak görmek…

Peki, ya bu benzersizlik hissimiz bir illüzyonsa? 

Yaşamın kendisi, içindeki hiçbir “yaprak” için değil de, “orman”ın devamlılığı için varsa, o zaman bizimle, zihnimizle ve dünyayla uyumumuz nasıl olmalı?

Kılıç’ın aktardığı o çarpıcı anket, modern insanın ruh halinin bir röntgeni gibi.. 

1914’te lise öğrencilerinin %6’sı kendini “benzersiz” hissederken, 2014’te bu oran %96’ya fırlamış. Bu dramatik artış, bireyin kutsandığı, ego-santrikliğin neredeyse bir erdem haline geldiği bir çağın psikolojik göstergesi… 

Sosyal medyada kurgulanan mükemmel benlikler, tüketim kültürünün “sana özel” vaatleri, hep bu benzersiz yaprak olma halini pekiştiriyor. Fakat bu durum, ormanı görmemizi engelleyen bir körlüğe de yol açıyor. 

Kendimizi ormanın merkezine koydukça, diğer yapraklardan, ağaçlardan, topraktan koparıyor, nihayetinde kendimizi de anlamsız bir ölüm korkusu ve varoluşsal yalnızlıkla baş başa bırakıyoruz. “Eşref-i mahlûkat” (yaratılmışların en şereflisi) sıfatını, bir üstünlük nişanesi değil de, ağır bir sorumluluk olarak anlamayı unuttuk.

İşte tam bu noktada, beynimizin mimarları nöronlar, bize sessiz ama güçlü bir ders verir. Bir nöron, tek başına anlam ifade etmez. Onun değeri, kurduğu sayısız bağlantıda (sinaps), oluşturduğu ağdadır. Kendi varlığını sürdürmek için enerji harcar, evet; ama asıl amacı, içinde bulunduğu dev ağa (beyne) bilgi akışını sağlamak, onun bütünlüğüne ve işlevselliğine katkıda bulunmaktır. 

Bir nöron “ben merkezci” olsaydı, sinaptik bağlarını koparır, ateşlemelerini yalnızca kendi iç döngüsüne saklardı. Bu ise hem onun ölümü, hem de bağlı olduğu bilincin çöküşü olurdu. Nöron, bütünün farkındadır ve varlığını ancak ona katkı sağlayarak devam ettirir. 

Biz de, yaşam ormanının birer nöronu gibi değil miyiz?

Bu bakış açısı, düşünce tarihinde yankılanan kadim bir bilgeliğe işaret eder. Budist felsefenin “anatta” (benliksizlik) öğretisi, sabit ve bağımsız bir “ben”in bir yanılsama olduğunu, varoluşun karşılıklı bağımlılık ağından ibaret olduğunu söyler. Stoacılar, kozmosun (doğanın) rasyonel bir düzeni olduğuna ve insanın erdeminin, bu kozmik düzene uyumlu yaşamakta olduğuna inanırdı. 

Spinoza’nın “Deus sive Natra” (Tanrı ya da Doğa) dediği şey de, bizim de bir parçası olduğumuz tek ve bütüncül tözdür. Ona göre özgürlük, bireysel iradenizle değil, doğanın ezeli ve ebedi yasalarını anlayıp onlara uygun davranmakla mümkündür. Batı’nın indirgemeci, parçalayıcı akıl anlayışına karşı Doğu’nun ve kadim Stoacılığın bütüncül bakışı, Kılıç’ın nöron metaforuyla bilimsel bir temele kavuşuyor adeta…

Gündelik hayatta bu “nöronal bilinç”ten ne kadar uzağız? 

Ekonomik sistemimiz, en güçlü “nöronun” en çok kaynağı alması ve bağlantılarını güçlendirmesi üzerine kurulu. Bu, geri kalan ağın fonksiyonunu bozan bir “nöral patoloji”ye benziyor. 

İklim krizi ise, ağın kendisine (yaşam destek sistemine) zarar vererek, kısa vadeli sinyal ateşlemesini (kontrolsüz tüketim) sürdüren bir dizi nöronun yarattığı felaketin ta kendisi. Oysa sağlıklı bir beyin, hem uzun vadeli hem de kısa vadeli ihtiyaçları dengeleyen, bütünsel iç dengesini koruyan bir sistemdir.

Peki, “yaprak” bilincinden “orman” bilincine, “ben” odaklılıktan “biz” odaklılığa nasıl geçebiliriz? 

İlk adım, farkındalıkla başlar. Bir ağacın gölgesinde oturduğumuzda, onun sadece bir manzara değil, soluduğumuz oksijenin kaynağı olduğunu hatırlamak… 

Tükettiğimiz bir ürünün, bir insan emeği ve gezegen kaynağı ağından geçerek bize ulaştığını düşünmek… 

Karşımızdaki insanı, ayrı bir “ben” değil, aynı insanlık bilincini paylaşan, farklı deneyimlerle bağlanmış bir “nöron” gibi görmeye çalışmak…

Bu, bireyselliğin inkârı değil, onun daha derin bir bağlamda yeniden tanımlanmasıdır. Bir nöron ne kadar çeşitlense, ne kadar özgün bağlantılar kursa da, değeri bütüne kattığı şeydedir. Bizim benzersizliğimiz de, bu insanlık ve yaşam ormanına ne tür anlamlı bağlantılar, ne tür güzel ve faydalı “sinyaller” (sevgi, sanat, bilgi, merhamet, adalet) ile katkıda bulunduğumuzda anlam kazanır.

Sonuç olarak, Prof. Dr. Türker Kılıç’ın işaret ettiği yol, bir içsel devrimi gerektiriyor. Nöronlar gibi, hem birey olarak sağlıklı kalıp hem de bağlı olduğumuz ağları (aileden topluma, ekosisteme kadar) beslememiz gerekiyor. 

Orman için düşen yaprak, ölmez; besin olur, toprağa karışır, yeni filizlere hayat verir. Biz de, kırılgan ve geçici birer “yaprak” olduğumuzu kabul ederek, düşüşümüzden önce, bağlı olduğumuz bütüne en güzel katkıyı sunmanın yollarını aramalıyız. 

Yoksa geriye, benzersiz olduğunu sanan ama bu yüzden yalnız ve korku içinde ölen, ormanı ise tüketen bir yapraktan başka ne kalır?

Sorgulamamız gereken asıl soru belki de şu: 

Bizler, yaşamın bilincini taşıyan nöronlar olarak, ateşlediğimiz her düşünce ve eylemin, nihayetinde içinde yer aldığımız dev “beyin”i nasıl şekillendirdiğinin farkında mıyız? 

Ve bu muazzam bütünün sağlığı için, kendi küçük sinyallerimizi nasıl dönüştürmeliyiz?


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —