Şehitlerimizin ve Gazilerimizin
Hukukunu Müdafaa (6)
Mehmet Âkif Bey’in bir diğer konuşması şöyleydi:
“Ey cemaat-ı Müslimin! İnsan için kendi aleyhine bile çıksa hakkı, hakikatı söylemek lazımdır. Ben de bir zamanlar Kitabullahı tilavet ederken bu gibi âyet-i celileye geldikçe,
‘acaba sâir milletlere karşı biraz şiddetli davranılmıyor mu? Yabancılar hakkında daha merhametli olmak icap etmez mi idi?’ gibi düşüncelere dalardım. Vakıa bu hatıraların sırf şeytanî vesveselerden başka bir şey olmadığını bilirdim. Lâkin velev şeytanî olsun, o düşünceleri içimden söküp atıncaya kadar hayli mücâhedelere mecbur kalırdım. Acaba bu vesvesenin menşei [kaynağı] ne idi? Burasını araştıracak olursak işi biraz tabii görürüz. Öyle ya, gözümüzü açtık, Avrupa medeniyeti, Avrupa irfanı, Avrupa adaleti, Avrupa efkâr-ı umûmiyesi nakaratından başka bir şey işitmedik. Kiminin adaleti, kiminin hamiyeti, kiminin dehası, kiminin terakkiyatı kulaklarımızı doldurdu. Lisan bilenlerimiz doğrudan doğruya bu
heriflerin eserlerini, bilmeyenlerimiz tercümelerini okuduk. Edebiyatları, hele edebiyatlarının ahlâkî, insanî, içtimâî mevzuları pek hoşumuza gitti. Müelliflerinin kıymet-i ahlakiye ve insaniyetlerini, eserleriyle ölçmeye kalkıştık. İşte bu mukayeseden itibaren aldanmaya, hatadan hataya düşmeye başladık. Bu adamların sözleriyle özleri arasında aslâ münasebet,
müşâbehet [benzerlik] olamayacağını bir türlü düşünmedik. İşte okuyup yazanlarımızın çoğuna ârız olan bu hata bir zamanlar bana da oldu. Bereket versin ki yaşım ilerledi, tecrübem
arttı: Hususile Avrupa’yı, Asya’yı, Afrika’yı dolaşarak Avrupalı dediğimiz milletlerin esaret altına, tahakküm altına aldıkları biçare insanlara karşı reva gördükleri zulmü, gadrı, hareketi gözümle görünce artık aklımı başıma aldım. Demin söylediğim şeytanî vesveselere kapılmış olduğumdan dolayı Cenab-ı Hakka tevbeler ettim.
“Bunların bütün insanlara, bilhassa Müslümanlara karşı öyle kinleri, öyle husumetleri vardır ki, hiçbir surette teskin edilmek imkanı yoktur. Sureta dinsiz geçinirler. Hürriyet-i
vicdan [vicdan hürriyeti] diye kâinatı aldatıp dururlar. Hele biz Müslümanları, biz şarklıları taassupla itham eder dururlar. Heyhat. Dünyada bir müteassıp millet varsa Avrupalılardır,
Amerikalılardır. Taassuptan hiç haberi olmayan bir millet isteseniz, o da bizleriz.
“…Âyât-ı kerime var, nâmütenâhi ehâdis-i şerife var. Bunlara göre: Müslümanlardan biri diğer dindaşlarını kendi öz kardeşi bilmedikçe, onların meserretiyle mesrur [sevinçleriyle sevinçli], musibetiyle, matemiyle mahzun olmadıkça tam Müslüman olamaz. İmanın kemali, cemaati Müslimine sımsıkı sarılmakla kâimdir. ‘Müslümanın derdini, kendine dert etmeyen Müslüman değildir.’ Buyuran Resûl-i Ekrem Sallalahu Aleyhi Vesellem Efendimiz hazretleri diğer bir hadis-i şeriflerinde buyuruyor ki: ‘Dünyanın öbür ucundaki bir Müslümanın ayağına bir diken batacak olsa ben onun acısını kendimde duyarım. Bütün Müslümanlar bir araya gelerek tek bir vücudu meydana getiren muhtelif uzuvlara benzerler. İnsanın bir uzvuna bir hastalık, bir acı isabet etse diğer uzuvların kâffesi [tamamı] o hasta uzvun elemine ortak oldukları gibi bir Müslüman da diğer dindaşlarının acısına, musibetine, matemine kabil değil bigane kalamaz. Kalabiliyorsa demek ki Müslüman değil.”
Mehmet Âkif Bey bir başka konuşmasında kalenin içeriden alınacağını söylemekte ve bu tehlikeye karşı çok dikkatli olmak gerektiğini hatırlatmaktaydı. Bu konuşmaya bakalım:
“…Ey cemaat-i Müslimin! Milletler topla, tüfekle, zırhlı ordularla, tayyarelerle yıkılmıyor ve yıkılmaz. Milletler ancak aralarındaki rabıtalar çözülerek herkes kendi başının derdine, kendi havasına, kendi menfaatini temin etmek sevdasına düştüğü zaman yıkılır.
“ Atalarımızın ‘kale içinden alınır’ sözü kadar büyük söz söylenmemiştir. Evet, dünyada bu kadar sağlam, bu kadar şaşmaz bir düstur yoktur. İslâm tarihini şöyle bir gözümüzden
geçirecek olursak, cenupta, şarkta, şimalde, garpta yetişen ne kadar Müslüman hükümetleri varsa hepsinin tefrika yüzünden, aralarında hadis olan fitneler, fesatlar, nifaklar, şikaklar yüzünden istiklallerine veda ettiklerini, başka milletlerin esareti altına girdiklerini görürüz. Emeviler, Abbasiler, Fatımîler, Endülüslüler, Gazneviler, Selçuklular, Mağribîler, İranîler, Faslılar, Tunuslular, Cezayirliler… hep bu ayrılık gayrılık hislerine kapıldıkları için saltanatlarını kaybettiler. Biz Türkiye Müslümanları dünyanın üç büyük kıtasına hakimdik. Koca Akdeniz, koca Karadeniz hükmümüz altında bulunan cesim cesim memleketlerin ortasında birer göl gibi kalmıştı.Ordularımız Viyana önlerinde gezerdi. Donanmalarımız Hind Okyanuslarında yüzerdi. Müslümanlık rabıtası, ırkı, iklimi, lisanı, âdâtı [âdetleri, gelenekleri],
ahlakı büsbütün başka olan bir çok milletleri yekdiğerine sımsıkı bağlamıştı. Boşnak İslavlığını, Arnavut Lâtinliğini, Pomak Bulgarlığını elhasıl her kavim kendi kavmiyetini bir tarafa atarak İslâm camiâsı etrafında toplanmış, Kelimetullahı i’lâ için [Allah’ın dinini yüceltmek, hükümlerini hâkim kılmak için] canını, kanını, bütün varını güle güle, koşa koşa fedâ etmişti. Fakat sonraları aramıza Avrupalılar tarafından türlü türlü şekiller, türlü türlü isimler altında ekilen fitne, tefrika, fesad tohumları bizim haberimiz olmadan filizlenmeğe, dallanmağa, budaklanmağa başladı. O demin söylediğim rabıta gevşedi. Artık eski kuvveti,
eski tesiri kalmadı. Kalemizin içinden sarsılmağa yüz tuttuğunu gören düşmanlar kendi aralarında birleşerek, yani biz Müslümanların memur olduğumuz vahdeti onlar vücuda
getirerek birer hücumda yurdumuzun birer büyük parçasını elimizden alıverdiler. Bugün bizi Asya’nın bir ufak parçasında bile yaşayamayacak hale getirdiler.”