Sınıfta Pedagojik Otorite ve Toplumsal Mesafe
Eğitim ortamlarında en sık dile getirilen şikâyetlerden biri şudur:
“Öğretmen sınıfa hâkim olamıyor.”
Oysa bu ifade çoğu zaman yanlış bir yerden okunur. Çünkü sınıfa hâkimiyet, yalnızca sınıf yönetimi teknikleriyle değil; öğretmenin bireyi, toplumu ve kendini okuma kapasitesiyle doğrudan ilişkilidir.
Eğitim sosyolojisi bize şunu açıkça söyler: Otorite, dayatıldığında değil; anlam üretildiğinde kabul görür.
Émile Durkheim’e göre eğitim, bireyi toplumsal yaşama hazırlayan ahlaki bir süreçtir. Bu süreçte öğretmen, yalnızca bilgi aktaran bir figür değil; toplumsal normların, değerlerin ve sınırların temsilcisidir.
Ancak bu temsil, mekanik tekrarlarla değil; çağın ruhunu kavrayabilen bir pedagojik bilinçle mümkündür.

Sözden Önce Gelen Etki Alanı
Eğitimde çoğu zaman yazılı müfredat konuşulur; oysa sınıflarda işleyen asıl müfredat beden dili, tonlama ve sessizlikle kurulan ilişkidir.
Erving Goffman, bireylerin sosyal etkileşimlerde sürekli bir “benlik sunumu” içinde olduğunu belirtir. Sınıf ortamında öğretmenin duruşu, göz teması, sınıfta dolaşma biçimi ve bekleme süresi; öğrencinin zihninde öğretmenin otoritesini inşa eder ya da çözer.

Bu bağlamda öğretmenin beden dili, pedagojik içeriğin önüne geçer. Sertleşmiş bir yüz ifadesi, sürekli savunma hâlindeki bir duruş ya da mesafesiz bir beden dili; öğrencide güven değil, gerilim üretir.
John Dewey’in de vurguladığı gibi, öğrenme ancak psikolojik güvenliğin sağlandığı ortamlarda gerçekleşir.
Eğitimde Habitus Çatışması
Pierre Bourdieu, eğitim sisteminin kültürel sermayeyi yeniden ürettiğini ifade eder. Öğretmen, farkında olmadan kendi sınıfsal habitusunu sınıfa taşır. Eğer bu habitus, öğrencinin toplumsal gerçekliğiyle temas kuramazsa; öğretmenin dili karşılık bulmaz.
Bugün birçok öğretmenin hâlâ tek tip öğrenci varsayımıyla ders anlatması, sınıfta görünmez bir kopuş yaratmaktadır. Öğrencinin aile yapısı, dijital dünyayla ilişkisi, duygusal yükleri ve gelecek kaygısı dikkate alınmadan kurulan her cümle, pedagojik olarak “boşlukta” kalır.
Zygmunt Bauman’ın “akışkan modernite” kavramı bu durumu açıklar: Değişen toplumsal koşullara uyum sağlayamayan kurumlar, meşruiyet kaybına uğrar.
Eğitim de bu kurumların başında gelir. Sabit pedagojik kalıplar, akışkan bireyler üzerinde etki yaratamaz.
Mesleki Gelişim: Donmuş Otorite
Max Weber, otoritenin süreklilik ve rasyonel meşruiyetle ayakta kaldığını söyler.
Öğretmenlikte mesleki gelişimi ihmal etmek, bu meşruiyeti sessizce aşındırır. “Yıllardır bu işi yapıyorum” cümlesi, çoğu zaman öğrenmenin bittiği noktayı işaret eder.
Oysa Donald Schön’ün “yansıtıcı uygulayıcı” kavramı, öğretmenin mesleki pratiğini sürekli sorgulamasını zorunlu kılar.
Kendini güncellemeyen öğretmen, öğrencinin değişen dünyasında etkisizleşir. Bu etkisizlik, sınıf hâkimiyetinin kaybı olarak görünür.
Hâkimiyet Bilgiyle Değil, Anlayışla Kurulur
Sınıfa hâkim olmak;
– cezayla,
– ses yükseltmeyle,
– korkutmayla sağlanmaz.
Sınıfa hâkim olmak; insanı tanımak, toplumu okumak ve kendini geliştirme cesareti göstermekle mümkündür. Paulo Freire’nin belirttiği gibi, eğitim bir “özgürleşme pratiği”dir; otorite ise ancak bu özgürleşme alanında anlam kazanır.
Bugün eğitimin ihtiyacı, daha katı öğretmenler değil;
daha bilinçli, daha donanımlı ve kendini sorgulamaktan kaçmayan öğretmenlerdir.
Prof. Dr. Kürşat Şahin YILDIRIMER