Türkiye 4B’ye mi Gidiyor?
Sessiz Bir Toplumsal Vazgeçişin Anatomisi
Bir toplum çocuk yapmaktan vazgeçtiğinde, ilk refleksimiz bunu bireysel tercihlerle açıklamak olur. Oysa asıl mesele çoğu zaman tercih değil; tükenmişliktir. İnsanlar anne ya da baba olmayı reddettikleri için değil, bir hayatı daha bu koşullara mahkûm etmekten korktukları için geri çekilir.
Bugün dünyanın farklı köşelerinde yaşanan şey tam olarak budur: Sessiz, örgütsüz ama derin bir toplumsal vazgeçiş.
Güney Kore’de birkaç yıl önce ortaya çıkan ve “4B Hareketi” olarak adlandırılan sosyal akım, bu vazgeçişin en görünür örneklerinden biridir.

Korece “yapmıyorum” anlamına gelen bi ön ekinden adını alan bu hareket; flört etmeyi, cinsel ilişkiyi, evliliği ve çocuk yapmayı reddeden kadınların sessiz ama kararlı tutumunu ifade eder.
Bu tutum, yüzeysel bir bireysel özgürlük arayışı değil; aşırı rekabetçi eğitim sistemi, uzun çalışma saatleri, ekonomik baskı ve kadına yüklenen görünmez bakım emeğinin bir sonucudur.
Bugün Güney Kore, dünya genelinde en düşük doğurganlık oranına sahip ülkelerin başında gelmektedir. Devletin sunduğu maddi teşvikler, evlilik kampanyaları ve doğum destek paketleri ise beklenen etkiyi yaratmamaktadır.
Çünkü sorun para değil; hayatın kendisinin sürdürülemez hâle gelmesidir.
Benzer bir tablo Japonya’da da karşımıza çıkar; ancak burada bu durum bir hareket adıyla değil, bir yaşam tarzı hâline gelmiştir. Japonya’da “otçul erkekler” olarak tanımlanan kuşak, romantik ilişkilerden, evlilikten ve ebeveynlikten bilinçli biçimde uzak durmaktadır.
Japon sosyologlara göre bu durum, bireyin hayata değil; hayatın bireyden talep ettiği ağır ve karşılıksız sorumluluklara karşı geliştirdiği bir savunma biçimidir.
Sosyolog Zygmunt Bauman, modern bireyin durumunu şu sözlerle özetler:
“Akışkan modernite, insanlara seçim özgürlüğü sunar; fakat bu özgürlüğün bedeli, kalıcı bağların ağırlığını taşıyamamaktır.”
Çocuk, evlilik ve aile; bu bağların en kalıcı ve en sorumluluk yüklü olanlarıdır. Bauman’a göre modern birey, bağlanmaktan değil; bağlanmanın getirdiği kırılganlıktan kaçmaktadır.
Peki bu tablo Türkiye’yi neden ilgilendiriyor?
Çünkü Türkiye’de henüz “4B” adıyla anılan ideolojik bir hareket yok; ancak aynı ruh hâli davranış düzeyinde giderek yaygınlaşıyor. Evlilik yaşı yükseliyor, doğurganlık oranı düşüyor, “tek çocuk yeter” söylemi yerini yavaş yavaş “hiç çocuk olmasa da olur” düşüncesine bırakıyor.
Özellikle kadınlar arasında annelik romantize edilen bir kader olmaktan çıkıp, gerçekçi bir yük hesabına dönüşüyor. Erkekler cephesinde ise sorumluluktan geri çekilme ve duygusal kaçış dikkat çekiyor.
Bu noktada Ulrich Beck’in bireyselleşme kuramı devreye girer. Beck, modern toplumda bireyin artık hazır yaşam senaryolarını kabul etmediğini söyler:
“Birey, kendi hayatının yazarıdır; ancak bu özgürlük, riskleri de bireyin omuzlarına yükler.”
Çocuk sahibi olmak, bu risklerin en büyüğüdür. Çünkü artık çocuk, yalnızca bir aile meselesi değil; ekonomik, psikolojik ve toplumsal bir taahhüttür.
Türkiye’de yaşanan süreç bu nedenle ideolojik bir reddiye değil; adı konmamış bir geri çekilmedir. İnsanlar bunu sloganlarla değil, sessizlikle yapmaktadır. Kimse “çocuk yapmıyorum” diye meydanlara çıkmıyor; sadece yapmıyor. Ve bunu suçlulukla değil, yorgunlukla açıklıyor.
Bu yorgunluğu anlamadan yapılan her “aile kutsaldır” vurgusu, her “doğum oranları düşüyor” uyarısı eksik kalacaktır. Çünkü mesele ahlaki değil; yaşanabilirlik meselesidir.
Fransız sosyolog Pierre Bourdieu, toplumsal yapıların bireylerin hayat pratiklerini görünmez biçimde şekillendirdiğini söyler.
Bugün Türkiye’de birçok genç yetişkin, farkında olmadan aynı habitusu paylaşıyor: Geleceği belirsiz, güvencesiz ve destekten yoksun bir yaşam algısı. Bu algı içinde çocuk, umut değil; kaygı üretmektedir.
Belki de bu yüzden bugün asıl soru şudur:
Türkiye 4B’ye mi gidiyor, yoksa biz hâlâ insanların neden vazgeçtiğini konuşmaktan mı kaçıyoruz?
Çünkü toplumlar çocuk yapmaktan vazgeçmez.
Toplumlar, gelecek vaat etmeyen bir hayata yeni birini davet etmekten vazgeçer.
Prof. Dr. Kürşat Şahin YILDIRIMER