Burhan Bozgeyik’in Bugünkü köşe yazısı..
“Yol Varsa Budur, Bilmiyorum Başka Çıkar Yol” (7)
Zındıka komitesi bilhassa son 150 yılda Müslümanların inancını bozmak için hummalı bir çalışma içerisine girmiş, bunda da büyük ölçüde muvaffak olmuşlardır. Ne hazindir ki günümüzde İslam ülkeleri diye bilinen yerlerin bir kısmında Allah’ın hükümlerinden bir teki bile uygulanmamaktadır. Geri kalanlarında da Şear-i İslamiyye büyük ölçüde kaybolmuştur. Bu ağlanacak bir durumdur. Böyle hazin bir tablonum neticesi, dünyada bedbaht olmak, âhirette ebedî hüsrana uğramaktır.
İslam ülkelerinin Allah’ın hükümlerini kaldırarak aldıkları kanunlar, ne tuhaftır ki asırlarca Müslümanlarla savaşmış, hatta İslâm ülkelerini işgal etmiş olanlara aittir. Bu durum karşısında söylenecek söz, Zenbilli Ali Efendinin Kanuni Sultan Süleyman’a söylediğinden çok daha ağır olmalıdır. Kanunî adı üstünde Avrupa’dan kanunlar alıp tatbik etmeye başlamıştır. O sıralarda muazzam para ve emek sarfıyla Kırkçeşme sularını İstanbul’a getirtmiş ve mahallelerde yaptırdığı çeşmelere verdirmiştir. Zenbilli’ye bu hizmetini nasıl bulduğunu sorunca bu değerli âlim şu cevabı vermiştir: “Hünkarım Avrupa’dan kanunlar almakla, öyle bir bok sıçtınız ki bunu değil Kırk çeşme suları yüz tane bunun gibi yaptırsanız temizleyemez.”
İşin kanun ciheti malum. Bin seneden beri uygulanan, Kurtuluş Savaşı yıllarında da hükümferma olan İslâmî kanunlar 1925’ten itibaren bütünüyle kaldırılmış, yerlerine İsviçre’den, Fransa’dan İtalya’dan, Almanya’dan ve sair Avrupa ülkelerinden alınan kanunlar tercüme edilerek uygulanmaya başlanmıştır. Uğur Mumcu bu durumu bir açık oturumda şu şekilde dile getirmiştir:
“Bir gülmece dergisindeki şu tanım olayları yeterince sergiliyor. Türk vatandaşı tanımı. Diyor ki, Türk ne demektir? Türk vatandaşı kimdir? Türk vatandaşı, İsviçre medeni kanununa göre evlenen, İtalya ceza yasasına göre cezalandırılan, Alman ceza muhakemeleri yasasına göre yargılanan, Fransız idare hukukuna göre idare edilen ve İslam hukukuna göre gömülen kişidir.”
Trajikomik bir durum. Bin yıl İslam hukukunun mer’iyyette olduğu topraklarda geriye yalnızca Müslümanların Müslümanca gömülmesi usulü kalmıştır. Yani mezarda sağ tarafına yatırılacak ve göğüs kıbleye gelecek.
İslâm’ın hasımları, en çok kadın konusunu irdelemiş ve kadınlar üzerinden Müslüman toplumunu dejenere etmeyi denemişlerdir. Yaptıklarından bir kısmını hatırlayalım:
A) Hanımların Tesettürü: Bir İslam toplumunda hanımların dışarılık kıyafetleri, yani evlerinden çıktıkları andaki tesettürleri bellidir. Bu, Kur’an-ı Kerim’le belirlenmiş, sahabe hanımları ona göre giyinmiş, sonraki devirlerde bütün İslam toplumlarında aynı tesettür kıyafeti câri olmuştur. Kur’an-ı Kerim’e ve 350 bin tefsirin izahına göre Tesettür-ü Şer’î Çarşaftır. Rengi değişik olabilir. Ancak ana şekil aynıdır. Kadınların bütün elbiselerini ve zinetlerini (bu zinete yüz de dahildir) örtecektir. Osmanlı Devleti idaresi altında yaşayan bütün Hıristiyan ve Yahudi kadınlar da evlerinden çıktıklarında çarşaf giymek mecburiyetindedirler. Yalnız giydikleri çarşafın renkleri farklıdır. (Hıristiyan kadınlar mor veya lacivert, Yahudi kadınlar sarı kumaştan çarşaf giyerlerdi.) Hepsinin de yüzleri örtülüydü.
Yakın tarihte 27 Mayıs 1960 darbesine kadar Anadolu’muzda çarşaf hanımlar için yaygın bir kıyafetti. Bu ihtilalden sonra ihtilali yapanlar, “Çarşafla mücadele haftaları” ilan ettiler. Yolda yakaladıkları çarşaflı hanımların çarşafını zorla çıkartarak yerine başörtüsü ve manto vermeye başladılar.. Bu ihtilalci terörü ile hanımlar çarşaf giymekten çekinmeğe başlamışlardır. Başörtüsü ve manto Katolik kıyafeti idi. Diğer Hıristiyan kadınları çarşafa benzer bir kıyafet giymekteydi. Ülkemizde bazı cemaatlerin başörtüsü ve mantoya revaç vermeleri üzerine bu kıyafet yaygınlaştı. Hatta bunun defilesi yapıldı ve moda oldu. Sonraki yıllarda bu kıyafette de deformeler başladı. Günümüzde ise Müslüman hanımların kıyafetleri ağlanacak bir haldedir. Müslümanların kızları kısa kollu tişört ve azalarını bütünüyle belli eden pantolon giyerek sokağa çıkmaktadırlar. Koca şehirde gerçek tesettür olan çarşaflı-peçeli hanımlara neredeyse hiç rastlanmamaktadır. Müslüman hanımların çarşaf olan tesettürleri şeâir-i İslamiyedir. Müslüman hanımlar, şayet çarşaf giymiyorlarsa; “Doğrusu çarşaftır ve yüzü de örtmektir. Benim de öyle giyinmem lazım. Ben yapamıyorum. Günahkarım. Allah beni affetsin.” Demeli ve tevbe etmelidir. Böylece imanlarını korumuş olurlar. “Böyle de olur” demek ve bütünüyle Avrupalı kadınlar gibi giyinmek ve bu kıyafeti müdafaa etmek insanın inancını zedeler. Papa, bir konuşmasında, Müslüman kadınların da Avrupalı Hıristiyan kadınları gibi giyindiklerini söylemiş ve Hıristiyan kadınlara; “Kimliğinizi belli etmek için boynunuza haçlı kolye takın” demişti.
Müslüman hanımlar, yalnızca kocalarının ve mahremlerinin yanına güzel kıyafetle, ev kıyafetleriyle çıkabilirler. Dışarıya çıktıklarında ise üzerlerine çarşaf giymelidirler.
Müslüman toplumlarında bilhassa düğünlerde bu şer’î kıyafet bütünüyle unutulmakta, hanımlar en güzel kıyafetleriyle ve zinetlerini takınmış olarak namahremlerin arasında arz-ı endam etmektedirler. Gelin hanım da beyaz gelinlikle (ve malesef dekolte şeklinde olanlar da var.) namahremler içine çıkmaktadır. Oysa ekseriyetle Avrupa adeti olan bu gelinlik yerine, başka zamanlar da giyebileceği çok güzel ve tesettürlü bir elbise giyse ve yalnızca kocasına ve mahremlerine gözükse, dışarı çıkarken namahrem nazarlardan korunmak için üzerine bir örtü almış olsa ne iyi olur.
Müslüman erkekler gibi, Müslüman hanımlar da her hallerinde “Rabbimi nasıl razı edebilirim?” diye düşünmeli ve “Rabbimin emri baş-göz üstüne demeli ve bütün bid’atleri terk etmelidir.